DNA’NIN ŞİFRE KODLARI

İslami İçerikli Makaleleri Paylaşabileceğiniz Alan

Moderatörler: ucharfbesnokta, Ertugrul

Cevapla
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

DNA’NIN ŞİFRE KODLARI

Mesaj gönderen alperen »

DNA’NIN ŞİFRE KODLARI
SELİM GÜRBÜZER

Evrimciler DNA’da ki şifre ve kodların tesadüfen, yanılma veya kazaen meydana geldiğini ileri sürmektedirler. Oysa ‘şifreler’ bir bilgiyi bir şekilden diğer şekle çevirmek için kullanılan semboller sistemidir. Mesela yazılı dil insan tarafından kullanılan bir tür şifre sistemidir. Nitekim Türk alfabesinde 29 harf sembol var olup, bu sembollerle istenildiği kadar kelime üretilebiliyor. Keza DNA molekülleri çok uzun oldukları halde sadece 4 harfli alfabetik yaratılış kod dizilimle yazgı gerçekleşmektedir. DNA’yı işte bu noktada insan vücudunda A’dan Z’ye akla gelebilecek her ne varsa tüm bilgileri kendi kodunda eksiksiz olarak barındıran iki sarmaldan oluşan bir yapı olarak görmek gerekir. Zira vücudumuza ait gerek içe dönük bilgiler, gerekse dışa dönük bilgiler dört harfli olarak tanımladığımız alfabetik şifre sistemiyle kayıt altına alınmış durumdadır. Malum o meşhur dört harfli alfabetik şifre sistemi; “adenin, timin, guanin ve sitozin” denen A, T, G, C sembolleriyle ifade edilen nükleotid bazlarından başkası değildir elbet. İşte kromozomları oluşturan DNA’da kodlu olan bu dört başlı bilgi bazlar kendine özgü dizilimleriyle çeşitli aşamalardan geçip kopyalandıktan sonra en nihayetinde protein sentezi yapımı gerçekleşmektedir
Genetik alanda bilimsel çalışmalar bize nükleik asitlerin canlı organizmaların protein sentezi oluşumundaki genetik hammaddesini teşkil eden nükleotid birim polimerleri olduğunu göstermekte. Hakeza genlerin ise DNA’nın belirli bir kısmını oluşturan nükleotid dizisinin ta kendisi bir kalıtım birimi olduğunu gösteriyor. Hele bu noktada kalıtım birimlerinin yarı anneden yarı babadan çocuklara kuşaklar boyu dölden döle kendi karakteristik özelliklerini geçiriyor olması başlı başına genetik mucizevi bir hadisedir. Gerek nükleik asitlerin gerekse genlerin en belirgin ortak özelliği nükleotid yapıtaşlarından meydana geliyor olmalarıdır. Derken her iki birim sayesinde proteinlerin yapıtaşını oluşturan aminoasit oluşumu vuku bulup böylece hücre içerisinde 10 ila 100 arasında amino asit içeren polipeptit zincirinin biyolojik fenotip ve genotipi ortaya çıkmış olur. Şayet zincir üzerinde 10 ila 100 arası sayıdan daha fazla amino asit sıralanırsa bu kez polipeptit oluşumundan bahsetmek yerine protein zincir oluşumundan bahsetmiş oluruz ki yukarıda sözünü ettiğimiz dört nükleotid bazın dizilişinden maksat hâsıl olur da. Yok, eğer diziliş maksadının dışında ortaya anlamsız bir durum çıkarsa biliniz ki bunun arka planında yol kazası diyebileceğimiz türden bir şeylerin ters gittiği anlamı çıkar ki, bu durumda herhangi bir geni oluşturan nükleotidler üzerinde oluşabilecek bir sıralama hatası o geni ister istemez iş göremez hale getirebiliyor. Dolayısıyla istisnai yol kazaları hariç, insan vücudunda 200 bin genin olduğunu yakından takip edenler bu sıralamadaki tertip ve düzenin hedefinden sapmadan daha kompleks yapılı işlere yönlendirildiğini gördüklerinde hayretler içerisinde şaşa kaldıkları herkesin malumu. Her ne kadar moleküler biyolog Francis Crick, DNA zincirlerin düz olması nedeniyle genlerdeki nükleotidlerin sırasıyla proteinlerin yapıtaşı aminoasitlere uydurulabilir demiş olsa bile sonrasında gerçek anlamda DNA’yı keşfettikten sonra biyolojik nizamın bir mucizevî bir hadise olduğunu dile getirmekten kendini alamamıştır dersek yeridir. Derken bizde bu arada Francis Crick’in keşfettiği DNA molekülünün mucizevi sarmal yapısına vurgu yaparaktan dile getirdiği gen birimlerinin üstlendiği fonksiyonlarını günümüz genetik mühendisliğinin daha da gelişmiş ortaya koyduğu bilgilerle de pekiştirdiğimizde herhangi bir canlı veya insan genomunun asla ve kat’a tesadüfi bir eser olarak ortaya çıkamayacağının idrakine varmış oluruz. Tabii bizler bir takım mucizevi oluşumları idrak etmiş olsak da bizim dışımızdakiler için bu mucizevi oluşumlar maalesef tesadüfi oluşumlar olarak karşılık bulmakta. Yine de aralarında bir kısım evrimciler köşeye sıkıştıklarında insafa gelip en azından tesadüf kelimesini ağızlarına almayıp bir takım gerçekleri itiraf etmek durumunda kalabiliyorlar. Nitekim “Yaşamın Temel Kuralları” eseriyle dikkat çeken evrimci Prof. Dr. Ali Demirsoy; “Bir proteinin ve çekirdek asidin (DNA ve RNA’nın) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılık olduğunu, hatta belirli bir protein zincirinin meydana gelme şansı astronomik denecek kadar azdır” diyerekten bir takım gerçekleri itiraf etmek zorunda kalmıştır. Hatta Amerika’da “Biyolojide Olasılık Araştırma Merkezi” adlı bir akademik kuruluşu Amerikan alfabesinin 26 harfli olmasından hareketle alfabetik deney yapmayı tasarlayıp bunun için ilk etapta 30.000 çekiliş öngörmüşlerdir. Çekiliş sonrasında harf dizilimlerinin dokümanı ortaya çıkarıldığında; anlamca ilk iki harfli olanının 4890 adet sözcük, üç harfli olanının 113 adet sözcük, dört harfli olanının 139 adet sözcük, beş harfli olanının 17 adet sözcük, altı harfli olanının 3 adet sözcük, yedi harfli olanının ise 1 adet anlam içeren sözcük tablosu ortaya çıkmıştır. Bir başka ifadeyle öngörülen 30 bin çekilişli harf sıralaması arasından en nihayetinde 7 harflik olanından kala kala 1 adet sözcüğün anlam içerdiği tespit edilebilmiştir. Birde öngörülen ihtimal hesaplarını protein sentezine uyarladıklarını düşündüğümüzde bu iş için değim yerindeyse 20 amino asitlik alfabetik harfin oluşturacağı sözcük tablosuyla yüzleşeceğiz demektir. Öyle ya, mademki proteinler 20 amino asitlik dizilimden oluşmakta, o halde en basit bir canlının protein yapısını oluşturabilecek anlam yüklü sözcüklerin ortaya çıkması için her harf için 1/4 ila 1/5 harf arasında seyreden oranlarda bir harf dizilimlerinin olması icap etmektedir. Dolayısıyla bu söz konusu orantısal harf parametrelerden hareketle öngörülen 400 çekiliş için gereken alfabetik harf sayısı 20 olduğuna göre çekiliş sonrasında ortaya çıkacak olan sonuç itibariyle 4’ün 400’üncü kuvvetine tekabül eden 10240 (10 üzeri 240)’lı gibi telaffuzunda zorlanacağımız zor rakamlar elde ederiz. Dahası bunun net anlamı trilyon sözcüğünün 20 kez tekrarlanması demektir. İşte böylesi bir tabloda 400 amino asit zincirinden bir tane işe yarar proteinin 20 kez tekrarlanmasıyla ancak trilyon rakamlarla ifade edebilecek bir ihtimal hesabıyla karşı karşıya kalınır ki, bu durumda bile birileri çıkıp hücre içerisinde cereyan eden her bir oluşum için halen tesadüf diyorsa pes doğrusu. Hele ki ortada bir de insan genomunu oluşturan, yani milyonlarca nükleotidlerden oluşmuş polimer dizisinin Başbuğ başkanı DNA’nın varlığını düşündüğümüzde hücre içinde cereyan eden tüm mucizevi oluşumlara tesadüf denilecekse, bu tür söylemlerin atalarımızın “Zırva tevil götürmez” dedikleri dedikodu kazanı kaynamaktan öte bir anlam ifade etmeyeceği çok açıktır.
TRİPLET KOD SÖZCÜKLERİ
Onca yıllardır genetik kodlar ve genetik kartlar üzerinde çalışmalar yapılmasına rağmen DNA’nın şifreleri üzerindeki sır perdeleri çözülememiştir. Öyle ki dışardan müdahalelerle genetik kartlarla oynanmasına rağmen ancak ve ancak bir takım istisnai türden arızi değişiklikler gözlenebilmiştir. Her ne kadar genele şamil nitelikte olmayan bir takım istisnai türden değişiklikler kimi aklı evvel çevreleri harekete geçirip sanki bir şeyleri keşfetmesine sevindirmiş olsa da, şu bir gerçek ortada değişen genetik kartlar değil, ortada değişen hücrelerin savunma reflekslerinden doğan mutasyon kaynaklı arızi değişikliklerden başkası değildir. Üstelik herhangi bir canlı genomunda olası görülebilecek bu tür mutasyon kaynaklı değişiklikler o söz konusu canlının dışında başka bir canlını türemesine yol açan bir değişiklik olarak karşımıza çıkmaz, sadece ve sadece o canlının orijinal genetik kartlarına zarar vermekle sınırlı kalan bir değişiklik olarak karşımıza çıkar. Kelimenin tam anlamıyla ateş olsa ancak cürmü kadar yer yakan cinsten bir değişikliktir bu. Hem kaldı ki hücre içi genetik kartlarda belli bir matematik programla kodlanmış konumda emir almış emrin gereğini yapmakla memur kartlardır. Ki, emre amade bu kartlar dört başı mamur nükleotid asitlerin kendi kendilerine buyruk kesilip de oluşturacağı genetik kartlar da değil, tamamen ilahi kaynaklı “Ol” emri ile oluşturulmuş yaratılış mucizesi şifre kartlardır. Dolayısıyla bir canlının genetik kartlarına dışardan herhangi fiziksel ve kimyasal kaynaklı müdahalelerle oluşabilecek değişikliklerin “Ol” emri orijinal programı büsbütün ortadan kaldıracağına inanmak safdillik olacaktır. Öyle ya, mademki “Ol” emri programı gereği proteinler aminoasitlerden oluşmuş bir yapı, o halde böyle bir yapının DNA başkanlığında gönderilen “Özel bir protein yapmak için belirli bir aminoasidi, bir başka zincirde uygun yere koy” şifre kodu mesajıyla hücre içerisinde anlam kazanması son derece gayet tabiidir. Üstelik DNA başkanlığınca gönderilen komutlar sırf aminoasit oluşumuna yönelik komutlarla sınırlı kalmayıp daha başka oluşumlarında devrede olduğunu düşündüğümüzde aralarında herhangi bir mesaj karışıklığına yol açmayacak bir şekilde yerini bulup öyle hücre içerisine servis edilmekte. Mesajların birbirine karıştırılmadığı şundan besbellidir ki bir bakıyorsun 46 kromozomlu insan genomu 20 çeşit amino asit olacak şekilde genetik kodlanması yapılmakta. Öyle ki servis edilecek şifre kodları 4 harflik kodonlu bir şifreyle 20 aminoasidi oluşumuna kâfide gelmeyebilir, keza dördün karesi, yani 16 harflik kodonlu bir şifreyle de 20 çeşit amino asid oluşumunu karşılanmayabiliyor. O halde bu iş için nükleotidlerin en az 3 harflik kodonlarla şifrelenmesi gerekir ki nükleotidler 3’erli grupla halde, dördün küpü 64 çeşit kombinasyonlu bir amino asit oluşuma gerçekleşebilsin. Yani bu demek oluyor ki; 64 kodonun herhangi bir üçlü grubu DNA’da kodlanmış enformasyonun bir kelimesine denk düşen program ayarlamasıdır bu. Hatta bu program ayarlamasıyla oluşan her bir sözcük üçlü nükleotidden meydana geldiği içindir adına triplet yapıda kod sözcükleri denmektedir. Ayrıca her bir şifre sözcük aynı zamanda kodon veya kod olarak tanımlanır.
Şurası muhakkak kod sözcüklerinin triplet yapıda olduğunu doğrulayan deneyler Crick ve arkadaşları tarafından yapılmıştır. Crick ve arkadaşları yaptığı deneylerde gen haritasının rIIB mutantları diye bilinen bölümünde bozuk olan T fajını kullanmışlardır. Elbette bu tip özürlü mutantın DNA sarmalının herhangi bir dizisinde noksanlık veya bir miktar arızaların doğmasına yol açması muhtemeldir. Nitekim bu ve buna benzer tütün mozaik virüsü (TMV) ile yapılan çalışmalar sonucunda nükleik asit zincirinde herhangi bir noktaya müdahaleyle birlikte polipeptid zincirinde birtakım kısmi değişmelere neden olduğu gözlemlenmiştir.
Kodon triplet olduğunda veya genetik komutun 1, 2, 3, 1, 2, 3... şeklinde sıralandığını varsaydığımızda “....bir mol ad üre yap ver” şeklinde bir mesajın ortaya çıkması ihtimal dahilindedir. İşte böylesine harf sırasıyla nükleotidlerin 3’lü gruplar halde dizilmesiyle birlikte sözcükler hedeflenen bir oluşum için anlam kazanabiliyor. Şayet yukarıda zikrettiğimiz cümleden “mol” kelimesinden ‘m’ harfi çıkarılacak olursa cümle “...bir ola dizi rey apv er...” şeklinde bir yapıya dönüşecektir. Keza bunun gibi cümleye fazladan girecek bir harfin ilk emrin orijinal niteliğini bozma ihtimalide öyledir. Mesela “bir” kelimesinin ‘i’ harfi ile ‘r’ harfi sırasına bir “I” harfi girdiğini düşünürsek cümle bir anda “...bir rmo Iad lür eya pve r...” şeklinde bir cümleyle iş bir anda çığırından çıkabiliyor. Anlaşılan uzun bir cümle yapısında 2 noksan ya da 2 fazlası harf değişiklikle orijinal komut dizisi arasında kısmen de olsa uyumluk görebiliyoruz, ama işin içine 2 den fazlası kısa cümlelik değişiklikler girdiğinde kısmide olsa uyumluluk göremiyoruz. Çünkü dar kodonlu kısa bir aralık alanda iki harfin üzerine aşan bir değişiklik dizinim söz konusudur. Peki bu kısa aralıklı üç kodonlu triplet dünyasında durum vaziyet bu iken, kim bilir daha kompleks yapılarda durum vaziyet nasıldır, bunu da bir siz düşünün. Gerçekten de bir organizmanın bütününe tüm bu uyarlamaları uyguladığımızda işin içinde çıkılamayacağı çok açık. Düşünsenize en basit protein molekül olarak bildiğimiz insülin prohormon öncüsü proinsülin molekülü bile 84 amino asit rezidü içeren bir zincire ihtiyaç duymaktadır. Ki, insanlarda proinsülin molekülü INS geni tarafından kodlanır. Bu durumda öyle anlaşılıyor ki, böylesi bir molekülün kodlanması için 84 amino asitlik donanıma ihtiyaç vardır. O halde bir proinsülin içeren protein molekülünün tesadüfen meydana gelme ihtimalinin 20 rakamın 84’üncü kuvvetine denk düşen 109 sıfırlı bir rakama tekabül eder ki, işte telaffuzunda zorlandığımız bu dudak uçurtucu söz konusu rakam kendi hal lisanıyla dile gelmiş olsa hiç kuşkunuz olmasın bize olan biten her şeyin tesadüfî değil, yaratılış mucizesi olduğunu haykıracaktı. Öyle ki, bu haykırışa kulak kabartıp organlarımızın her birini tek tek ele aldığımızda ise işin daha da bir rengi değişip neredeyse kâinat kadar büyüklükte rakamların hesap makinelerinin belleğine sığmayacak türden rakamlarla karşılaşacağımız çok açıktır. Şimdi tamda bu noktada evrimcilere sormak gerekir tesadüf dediğiniz ucube oluşum acaba rakamların bile aciz kaldığı tüm bu kod açılımların neresindedir? Aslında sormaya da gerek yoktur, neresinde yer aldığını gösteremeyecekleri çok açık ortada zaten, onlar tesadüfler zincirine tüm ümitlerin bağlaya dursunlar, oysa biz biliyoruz ki kâinatta olan biten tüm mucizevi oluşumlar tesadüf olarak haykırmıyor tam aksine kendi hal lisanıyla tevafuk mucizesi diye haykırmaktadır.
Kâinatta hiçbir şeyin tesadüfen meydana gelmediği o kadar net ortada ki, tombala oynayanlarda çok iyi bilirler ki; 1’den 10’a kadar sıralanmış madeni paralardan istediğimiz rakamı torbadan çekme şansımız çok zayıf ihtimal bir rakamdır. Şöyle ki; basit bir matematik ihtimal hesaplarında öğrendiğimiz kadarıyla cebimizden 1 rakamlı madeni parayı çekme ihtimali 1/10’dur. 1 ve 2 rakamlı paraları arka arkaya çekme ihtimali 1/100’dür. 1, 2 ve 3 sıralı rakamları çekme ihtimali 1/1000’dir. En nihayet 1, 2, 3, 4 ve 10’a kadar karışık sıralı halde bulunan tüm paraları çekme ihtimali ise 10 milyarda bir orana tekabül eder ki, işte sizde görüyorsunuz ya git gide rakamsal olarak açılan makas aralığı bize gösteriyor ki cebimizden kendi isteğimize karşılık gelebilecek madeni para birimini bir çırpıda çekmenin hiçte öyle kolay bir iş olmadığı anlaşılmaktadır. Anlaşılan işi şansa bırakmak her zaman yanılgıları da beraberinde getirmekte. Bu yüzden bilardo oyununda bile topların yuvaya girmesinde işi şansa bırakmayacak bir şekilde usta olmak gerekir ki oynanan oyunda tesadüften medet umulmasın. İşte tüm bu rakamsal örnekler bize en iyimser tahminle bir proteininin tesadüfen meydana gelme ihtimalinin on üssü seksenli (1080) dudak uçurtucu telaffuzu zor bir rakamla karşı karşıya kaldığımız gösterir ki, şimdi bu noktada da evrimcilere sormak gerekir böylesi telaffuzu zor bir rakam karşısında tesadüf bunun neresindedir? Yine gösteremeyecekleri malum, onların işleri güçleri insanların kafalarını durduk yere içi boş laflarla meşgul edip zihin dünyalarını alt üst etmektir, bunu meslek edinmişler de.
KOD SÖZCÜKLERİNİN YAPISI
İyi ki de şifrelerin ne şekilde kodlandığı veya kod sözcüğünün nasıl fonksiyonel hale geldiğini gösterecek bir takım deneyler yapılmış. Aksi halde deney ve gözlemden yoksun içi boş lafları ve hayal mahsulü masalları tek kriter veri olarak kabul ediyor olacaktık. Bakınız Severo Ochoa, en azından boş masallarla oyalanmak yerine RNA nükleotidlerini birbiriyle birleştiren bir enzimi keşfetmekle adından söz ettirebilmiştir. Bu buluşun ardından Nırenberg ise mevcut enzimi kullanarak nükleotidlerden suni RNA üretebilmiştir. Hatta bunla da kalmamış yapay RNA’nın hangi tip protein ürettiğini gösterecek şifre kodlarının ipuçlarını da ortaya koyabilmiştir. Derken ileriki yıllarda genetik alanda hızlı ilerlemeler kaydedildikçe bugünkü anlamda elektronik cihazların, internet sitelerin ve ATM cihazlarının üzerinde “şifre kırma” denemelerine benzer çabalar genetik kodlar üzerinde de denenmeye varacak kadar iş bu noktalara gelebilmiştir. Tabii elektronik işlerde kafa yorup denemek iyi hoşta, biyolojik şifreleri kırma hadisesi sıradan bir internet sitesinin ya da her hangi bir ATM cihazının şifresini kırmaya benzemez. Belki ucundan kıyısından bir kısım hücre yapılarının şifrelerini kısmen kırmak ihtimal dâhilinde olsa da ama bu topyekûn biyolojik bir yapının tamamının şifre kodlarını kırmak anlamını taşımayacaktır. Bırakın insan genomunun tamamının şifresini kırmak, en basitinden zararlı böcek ve mikroplara karşı antibiyotik ve böcek öldürücü ilaçlarla verilen mücadelede topyekûn bir başarı hikâyesi yazılamadığı gibi herhangi bir bakterinin, herhangi bir virüsün ve herhangi bir böceğin genetik kodlarında topyekûn bir biyolojik değişikliğe yol açacak bir durum görülmemiştir. Üstüne üstük mücadele edilen mikroorganizma ve haşerelerin daha da güçlü bir şekilde genetik yapılarını koruyarak dölden döle hayatiyetlerini sürdürdükleri gözlemlenmiştir. Her ne kadar zaman zaman oğul döller arasında istisnai türden bir takım değişiklikler nüksettiği gözlemlenmiş olsa da bu tür değişiklikler mutajen kaynaklı bir değişiklik olup hiçbir zaman genetik kodlarının tamamını ortadan kaldıracak değişiklikler olarak bir anlam ifade etmeyecektir. Örnek mi? İşte radyoaktif azot ihtiva eden proteinleri koli basili olarak bilinen Escherichia coli bakterisine transfer edildiğinde zarar verse de genetik kodlarını ortadan kaldıran herhangi bir etkisinin olmadığı gözlemlenmiştir. Dolayısıyla bu gerçeklerden hareketle herhangi bir karıncanın bütün vücut yapısının veya duyu organlarına ait çift antenleriyle ilgili genetik kodlarının tesadüfen oluştuğunu söylemek abesle iştigal bir tutum olur. Her neyse asıl konumuza döndüğümüzde malum biyokimyacılar, S. Ochoa’nın kullandığı enzimi urasil nükleotidden meydana gelmiş proteinlere uyarlayınca ortada sadece fenil alanin amino asidinin varlığı gözlemlenmiştir. İşte bu tip çalışmalarla üçlü urasil nükleotit kodondan “Fenilalanini aminoasitlere bağla” şeklinde amino asitler arasındaki ilişkiyi tanımlayan bir genetik kod dizilimi ortaya çıkabileceği gibi, yine birbirini takip eden üçlü urasil nükleotitlik grup kodonlarından “amino asitten bir tane daha ekle” şeklinde RNA ile doğrudan ilişkisinin olduğunu tanımlayan genetik kod dizilimleri de ortaya çıkabiliyor. Dahası bu sonuçlar bizim açımızdan Genetik kod dünyasının Başkanı DNA’nın talimat olarak gönderdiği şifre kodları hakkında bilgilenmemize de ufuk açmaktadır. Bu noktada hiç kuşkunuz olmasın, evrimciler gibi bizim ufuk dünyamızda bir canlıdan başka tür canlının türemesi şeklinde bir şifre kodu yaratma veya türeme anlamına gelebilecek bir bilgi kirlenmesine asla yer verilmeyecektir. Kaldı ki yaratmak fili sadece Yüce Allah’a has sıfattır. Öyle ya, madem ki, Yüce Allah’ın kainatta her şeyi yoktan yaratıp var etmekte, o halde bilim adamlarının yaratılmış olanlar üzerinden yaptığı denemelerden mesela yapay RNA’larla yapılan çalışmalara bir göz attığımızda bunlar içinde Poly-A (A-A-A........) dizilimine uyan polipeptidin polylysine olduğu, Poly-S (S-S-S...........) dizilimine uyan polipeptidin ise poliproplen olduğu belirlenmiştir. Ne diyelim sizlerde görüyorsunuz ya, tüm bu deneysel yapay çabalara rağmen günün sonunda Poly-G (G-G-G....) dizilimine uyan tam manasıyla dört dörtlük ortaya bir polipeptit zinciri konulamamıştır.
Anlaşılan o ki, dünyanın yaşı 5 milyar olduğunu varsaydığımızda bugüne kadar protein elde etmek için harcanan onca çabalardan ortaya çıkan ihtimal hesaplarının her bir aşamalarına bir bakıyorsun 1/100 değil, 1/1000 değil, 1/1000 değil, 1/1000000 şeklinde bir sürü değilli ihtimal rakamların hepsi fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Belli ki nice ardı ardına sıralanan değiller zincirinin trilyon rakamlarının kat be kat üstüne çıkacak ve ucu bucağı görülmeyecek türden rakamlarla işin kotarılamayacağı anlaşılıp ortada yaratılan her mahlûkatın yaratılış kodlarına meydan okuma girişimlerine geçit verilmeyen bir yaratılış mucizesi bir durum söz konusudur. Üstelik yapılan bu olası hesaplamalar sadece tek bir protein için yapılan öngörmelerdir, birde bunun üçüncü, dördüncü, beşinci vs. ayaklarını düşündüğümüzde işler daha da öngörülemez bir hale gelebiliyor. Nitekim protein sentez olayında üçüncü bir protein elde ihtimali on üssü beş yüz yirmi (10520)’de 237, dördüncüsü için on üssü beş yüz yirmi (10520)’de 236, beşincisi için ise on üssü beş yüz yirmi (10520)’de 235……vs. gibi oranlarda sıralanır olması bunun bariz bir çıkmaz yol olduğunun göstergesi zaten. Hatta bu sayılara birbirine çarptığımızda ise en basit canlının oluşmasında 239 cins proteinin teşekkülü için gereken ihtimal sayı rakamının dudak uçuklatan öngörülemez boyutlara uzandığı görülecektir. Hele hele birde bu ihtimal hesabını tüm canlılar için yapılmaya kalkışıldığında işler daha da işler sarpa sarıp çıkmaz yollara girip çıkma gibi bir hal alacağı muhakkak. Elbette bu dudak uçuklatan sayılar kimimiz için Yaratıcı güç karşısında boyun büküp kulluk teslimiyet bilinciyle hareket etmemiz gerektiği anlamına gelirken, kimimiz içinse tesadüfün karşısında boyun eğmek anlamına gelecektir. Tabii hiç kuşkusuz bizim tercihimiz birincisinden yanadır. Zira genetik kod dünyası, yaratılış genetik soy ağacında kodlanmış bilginin canlı hücreler tarafından proteinlere tercüme edilmesini sağlayan kurallar manzumesi bir dizilimin ta kendisi bir dünyadır. Dikkat edin kural dedik, yani başıboşluk ya da tesadüf demedik, anlayana yaratılış mucizesinde asla ve asla tesadüfe ve nizamsızlığa yer yoktur, elbette ki böyle demek durumundayız.
TRİPLET YAPIDAKİ NÜKLEOTİDLERİN SIRALANIŞI
Nasıl ki bir sanat sanatkâr sahibini gösteriyorsa bir harfte elbette ki kâtibine işaret eder. Dolayısıyla amino asitlerin sırasını belirleyen dizilim şekli DNA’da ki genetik bilgi şifre birimleri denen kodonların varlığını da ortaya koymaktadır. Keza her bir genetik bilgi birimlerinin üçlü nükleotid dizilimlerinin protein olarak anlam kazanabilmesi için DNA başkanlığında gönderilen bilgi kodu direktiflerinin hücre içi hiyerarşik kademelerinin her biriminde harfi harfine uyulup eksiksiz yerine getirilmesi gerekir. Nitekim Ttriplet kod (Üçlü şifre) yapıda nükleotidlerin dizilimi hakkında Robert W. Holley, Marshall Nirenberg ve Gobind Khorona yaptıkları çalışmalarla birbirlerini destekleyen sonuçlar elde etmişler de.
Nirenberg, Triplet kod yapıdaki nükleotidlerin ribozom içerisinde geçişindeki dizilimi bir liste halinde ortaya koymuş da. Bilindiği üzere amino asit molekülleri birbirleriyle peptit bağlarıyla bağlanarak protein yapılı polipeptit zincirlerini oluşturmak için vardır. İyi ki de varlar, amino asitlerin değişik sayıda, değişik türden farklı şekillerde dizilim göstermeleri sayesinde hücre içerisinde her organel birimin kendi yapısal fonksiyonlarına göre birbirinden farklı türden protein molekülleri meydana gelebiliyor. İşte, Khorona bu en temel bilgilerden hareketle yapay RNA’lar elde edip, bunların şifrelendiği amino asitleri yerinde gözlemlemiştir. Derken elde ettiği verilere dayanaraktan DNA’nın şifre kodlarına karşılık gelen aminoasit dizilimlerinin adeta listesini çıkarmıştır. Amino asit listesinde dizilimler incelendiğinde, tüm amino asitlerin birden fazla kodon içerdikleri görülmüştür. Yani bir kısım amino asitlerin 4 kodonlu, bir kısım aminoasitlerinin de 6 kodonlu olarak dizilim gösterdiği belirlenmiştir. Örnek mi? İşte DNA tarafından kodlanan 20 amino asitten C-U-G triplet nükleotidinin Lösin olarak şifrelenmesi, U-C-G triplet nükleotidinin ise Serin olarak şifrelenmesi bunun en bariz örneklerini teşkil eder. Tabii bitmedi, dahası var; bunlardan mesela Valin, Treonin, Alanin, Anjin ve Glisin’in de 4 değişik tipte nükleotid dizilimi şeklinde şifrelenip sıralandıkları gözlemlenmiştir. Üstelik bu tip sıralanmalar sırf aminoasit oluşumuna yönelik olmayıp hücre içinde daha başkaca fonksiyonlara da kapı aralayan şifre sıralanmalarının varlığı da söz konusudur.
Şurası muhakkak 20 çeşit amino asidi bağrında taşıyan 100 amino asitlik bir nükleotid dizilimden protein oluşumunun tesadüfen meydana gelme ihtimalinin 1 rakamının yanına 100 tane sıfırlı bir rakamlı sayı ilave etmek olur ki, gerçekten de bu sayı bizim ufkumuzun alamayacağı dudak uçuklatan bir sayı olacaktır. Hele birde bu hesabı atom sayısı ölçeğinde düşündüğümüzde işin içinden çıkılamayacak bir sayısal hesapla karşı karşıya kalacağız demektir. Ne diyelim, rakamlar tablosunu sizde görüyorsunuz ya, rakamların bile dilini yuttuğu bir şifre dünyasıyla karşı karşıya kaldığımızın sonucu bir tablodur bu. Şimdi bu noktada evrimcilere sormak gerek rakamlar dilini yutmasında ya kim yutsun. Allah aşkına böylesi bir tablo karşısında rakamlar ne yapsın, şifre dünyasından hangi birine yetişebilsinler ki, baksanıza şifrenin biri bitmeden bir diğer şifre kodonu amino asit dizilimine birbiri ardı sıra girmekte. Nitekim bir kısım araştırmacılar genetik kodların şiflerini çözmek adına üzerine üzerine gittikçe bitip tükenmek bilmeyen şifre seliyle karşı karşıya kalmışlardır adeta. Bu yüzden bizim açımızdan DNA’da 64 adet üçlü kodonluk nükleotit diziliminin de bir anlamda kader yazısı bir şifredir dersek yeridir. Nitekim bu söz konusu şifre kodonun açılımından öyle anlaşılıyor ki, gelmiş geçmiş tüm insanlığın genetik şifreleri de kodludur. Öyle ki sırrına vakıf olamadığımız bu söz konusu tüm insanlık kodu, DNA enformasyonun tek bir sözcüğüne denk gelen genom kodlamasıdır bu. Ki, bu tek kelimelik diyebileceğimiz insan genom kodu, Yüce Allah’ın “ Ol” emriyle kıyamete dek gelecek tüm insanlığı da kapsayacak bir şekilde kodlanmış olup dirlik içinde her şey mecrasında ilerlemekte de. Ama gel gör ki evrimcilere, İnsan DNA’sının kodlarının topraktan gelip yine toprağa gideceği DNA mayasıyla buluşacağı günde tekrardan dirileceğimizi anlatmaya kalkıştığımızda deveye hendek atlatmaktan daha zor bir işin içinde olacağımız muhakkak. Adamlar baksanıza Nuh diyorlar ama bir türlü dilleri Peygamber demeye varmıyor, habire farklı canlı türlere ait DNA şifrelerin veya protein yapıların birbirine benzer olduğundan dem vuraraktan kendilerince kod dünyasını evrime uyarlayacaklarının hayaliyle hep avunup tez üstüne tez yazmaktalar da habire. Derken adamlar en nihayetinde geldikleri noktada maymun DNA’sıyla insan DNA’sını özdeşleştirme yolunu tercih edip insanın atasını maymun ilan etmişler bile. Oysaki bu nasıl ataysa, 46 kromozom, şempanze ve gorilde ise 48 kromozom vardır. Şayet DNA bazında uyumluluğu evrime delil olarak gösterilecekse maymundan ziyade kendilerine delil teşkil edecek patates çok daha uygun bir örnekleme olabilirdi pekâlâ. Malum patatesin kromozom sayısı insan kromozom sayısına eşit olup, yani 46 kromozomdur. İşte bu örnekten de anlaşıldığı üzere bu tip benzetmeleri evrime delil olarak sunmaları geri dönülmez çıkmaz yollara sürüklendiklerini ve büyük bir hata içerisine girdiklerini gösteriyor.
Hakeza Adli Tıp ve Polis kriminal laboratuarlarında gerek olay yeri incelemeleri gerekse nesep davalarıyla ilgili davalarda STR gen bölgelerinin tespitine yönelik çalışmalar sonucunda; tek tipte erkek ve kadın karakterli DNA tiplemelerin yanı sıra cinayet ve tecavüz gibi konularla alakalı karışım halde (mix) DNA profilleri (genomları) elde edilmektedir. Elde edilen STR gen dizilimi sayesinde kişilerin profilleri ortaya çıkabiliyor. İşte bu gen dizilimleri sayesinde nesep davalarında çocuğun ebeveynleri belirlenebilmekte, ayrıca cinayet ve tecavüz gibi olaylarda ise şüpheli şahıslara ait DNA profillerinin karşılaştırılmasıyla da karanlıkta kalan pek çok olay aydınlanabiliyor. Hem nasıl aydınlanmasın k, malum dünyada ne kadar insan varsa bir o kadar da her bir insana özgü DNA tiplemeleri vardır. Üstüne üstük tek yumurta ikizleri haricinde hiç kimsenin DNA tiplemesi bir başkasının DNA tiplemesi ile tıpa tıp aynı olmaz. Dolayısıyla Kriminal laboratuvarlarında DNA tiplemelerine yönelik kaç gen bölgesiyle çalışılırsa çalışılsın mutlaka her bir kişinin kendine özgü bir DNA tiplemesi mevcuttur. Bu tipleme kişinin aynı zamanda aidiyet kimliğidir. Nitekim her bir kişiye has DNA diziliminin bir başka kişiyle aynı olma ihtimali asla söz konusu değildir. Madem her bir fert için belli bir aidiyet kimliğini belirleyecek nükleotid dizilim gerektiriyor o halde Kâlû Belâ’dan beri bugüne ve kıyamete dek gelecek olan her bir ferdin kendine özgü DNA kimlik yazılmış olduğunu gösterir. Bu nedenle bir ferde ait DNA tipleme rakamlarını tesadüfen dizilimini oluşturma ihtimali, bir maymunun bilgisayar klavye tuşlarına bastığında hiç hata payına meydan vermeden iki satır cümle yazma ihtimali kadar zayıftır diyebiliriz.
DNA CÜMLELERİ (Genler) VE CİLTLER (Kromozomlar)
Canlı sistem son derece kompleks bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla herhangi bir sistemin tesadüfen kendi kendine tesadüfen oluştuğunu söylemek akla ziyan bir tavırdır. Öyle ya, mademki harflerin dizilişinden kelimeler, kelimelerden cümleler meydana geliyor, o halde bu misalden hareketle hücre içerisinde birtakım biyokimyasal faaliyetler DNA’daki bilgi birimleri olarak atfettiğimiz kodonların sıralanışına göre işlerlik kazanacaktır. Bu yüzden DNA’ya hücrenin bilgisayar işlemcisi başmühendis yazılımcısı gözüyle bakabiliriz pekâlâ. Hem nasıl öyle bakmayalım ki, Sibernetik çağda artık cümleler ikili sistemle çalışıp, 0 ve I sembollerle(evet-hayır) karşılık bulmakta. Böylece bu ikili sistem sayesinde ciltler dolusu eser bir anda bilgisayar ekranına yansıyabiliyor. Hatta yabancı dilin tercümesi de bu ikili sistem kodlamasıyla sayesinde anında çevrilebiliyor. İşte bilgisayar işletim sisteminden hareketle anlaşılan o ki, hiçbir biyolojik sistem kendi kendine çarkını döndürememekte, sistemin işlemesi için mutlaka yönetici bir gene ihtiyaç vardır. Nitekim canlı hücreler Bilgi İşlemcisi Başbuğ Başkan DNA molekülünce yönetilip, başsız değildir. Hatta biyolojik hiyerarşik düzen içerisinde DNA bünyesinde kodlanmış bilgi kodonlarının daha büyük çapta enformasyon (bilgi) birimine dönüşüp bir başka geni meydana getirebiliyor. Diğer taraftan insan DNA’sında bir milyondan fazla gen var olup, mevcut genlerin çoğu uzun veya kısa bir protein moleküller olarak temsil edilirler. Bir kısım genler ise daha başka görevler için kullanılmış olurlar. Bu yüzden her bir ayrı protein şifresi taşıyan genlere strüktürel gen denmektedir. Dolayısıyla mRNA bu şekilde strüktürel genlerin birer komplamenter kopyası olarak iş görür. Ayrıca DNA’nın kontrolünde belli bir vazifeye yönelik iş gören binlerce enzim adeta seferber olup her biri DNA zincirinde bir gene karşılık kodlanmaktadır. Şimdi tam da bu noktada böylesi mükemmel biyolojik hiyerarşik yapı içerisinde nasıl olurda DNA’nın yönetici konumu tesadüfen olduğu söylenebilir pes doğrusu. Başka ne diyelim bu denli komplike işleyen mekanizmaya halen tesadüfi oluşum deniyorsa, Allah akıl fikir versin demekten başka elimizden bir şey gelmez de.
Evrimciler yukarıda bahsi geçen hususlarda iddialarını ispatlayamayacaklarını fark etmiş olsalar gerek ki, bu sefer kompleks yapıların ansızın değil, aşama aşama zaman içerisinde ortaya çıkabileceklerini ileri sürmeye başlamışlardır. Yani sıkıştıklarında işi zamana havale etmeyi yeğliyorlar. Daha da işi ileri götürerek güya biyolojik sistemin birinci basamaktan ikinci basamağa, daha sonra üçüncü basamağa doğru ilerlediğini söylemekteler. Daha da hızlarını alamayıp her basamakta çevresine uyum sağlayanların ayakta kalıp yoluna devam edebileceklerini, her hangi bir basamakta takılanların ise zararlı kabul edilip bir üst basamağa terfi edemeyeceklerini, böylece basit konumda kala kalacaklarını dillendirmekteler habire. Bu arada ön kabullerine dayanak teşkil etsin diye mutasyon ve tabii seleksiyonu tezlerini güçlendirmek adına kurtarıcı temel esas alırlar. Oysa kendi ön yargılarını doğru kabul etsek bile seleksiyonla iki faydalı mutasyon taşıyan kuşağı oluşturmak hiçte kolay bir iş değil. Üstelik bu iş için takriben bir milyon yeni kuşak geçmesi gerektiğini de söylemekteler ki, bu tamamen havanda su dövmek gibi tezlerinin hiçbir tutarlılığının olmadığının itirafı ve insanlığın hiçbir şekilde göremeyeceği uzun bir zaman diliminin arkasına sığınma gerekçesidir bu. Anlaşılan evrimciler hayal âleminde kendilerince mutasyon ve doğal seleksiyona olduğundan fazla görev yüklemiş gözüküyorlar.
Evrimciler işi zamana havale eder dursunlar, bakın Yale üniversitesinden Dr. Harold J. Morowitz en basitinden bir canlının hayatını idame ettirebilmesi için minimum 239 çeşit proteine gerek olduğunu ortaya koymuştur. Hatta bugün itibariyle bilinen mikoplazma cinsinin üyesi ve en küçük bakteri cinsi olan Mycoplasma hominis (H 39’un) için 60 çeşit amino aside ihtiyaç olduğu artık bir sır değil. Üstelik DNA’nın toplam uzunluğu canlıdan canlıya değişebiliyor da. Örneğin bir bakteriofaj DNA’sı 10 mikro litre uzunluğunda olup, bakterilerde 1 mm, memelileri de ise 10 cm olarak hesaplanmıştır. Keza bazı araştırmacılara göre insan DNA’sı 100 cm uzunluğunda olduğu belirlenmiştir. İşte bu sıraladığımız rakamlardan hareketle 10 mikro litre uzunluğunda bir bakteriofaj DNA’sında 3x104 (üç çarpı on üzeri dört) nükleotid’in (harfin) var olacağı hesaplanmaktadır. Ortaya çıkan bu veri normal bir kitap için ise 3x103 (üç çarpı on üzeri üç) harfli bir sayfaya tekabül eden bir rakamdır. Yani bir bakteriofaj DNA’sı 1000 sayfalık 1 cilt demektir. Bir başka ifadeyle canlıların büyüyüp çoğalmaları için gereken bilgi yığını veri tabanı görevi yüklenmiş nükleik asit moleküllerinde muhafaza edilmektedir. Dolayısıyla bu bilgi yığını sayesinde nükleik asitler kromozomları oluşturmak üzere bir çift heliks şeklinde birbirlerine kenetlenip bağlanırlar.
Memeli hücrelerinde durum daha farklıdır. Nitekim 100 ciltlik insanda yaklaşık her biri 1000 sayfa olmak üzere hücrelerinde 1000 ciltlik enformasyon taşırlar. Gerçekten de insan DNA’sı 1000 ayrı ciltlik 46 ayrı kromozoma pay edilmiştir.
Anlaşılan tüm organizmaya ait hayatsal faaliyetler belli bir plan çerçevesinde kimyasal, fiziksel, psikolojik yönden işlerlik kazanması genetik enformasyon liderliğinde ve denetimi altında vuku bulmaktadır. Hatta bu muazzam enformasyon deposu bilim adamlarınca bir canlının alın yazısı olarak kabul görür.
Ayrıca genetik enformasyon;
-Bireysel enformasyon,
-Toplumsal enformasyon” diye de kategorize edilmektedir.
Canlılarda şifrenin universal olması meselesi
Malum yaratılan her tip çok sayıda çeşitli gen kombinasyonlarını bağrında taşıyacak tarzda yaratılmıştır. İşte bu nedenledir ki çok sayıda çeşitli gen ve genetik şifrelerin bilhassa eşeyli üreme esnasında çok değişik kombinasyonlarda ve farklı şekillerde nasıl açınıma uğramaları karşısında evrimcileri bayağı iyiden iyiye düşündürüp çareyi kaçamak cevaplarla geçiştirerekten sırra kadem basmakta bulmuşlardır. Zaten onlar kod sözcüğünden pek haz etmezler, çünkü işin içinde hesap kitap işi var. Öyle ki şifrelerle, hesap kitapla pek barışık olmadıklarından daha şifre sözcüğünün baştaki “Ş” harfini duyar duymaz renkten renge girerler de. Tabii işin içinde hesap kitap olunca adamlar ne yapsın, bu durumda kâinatta olup biteni bir program veya şifre dâhilinde açıklamak onlara rüyalarında kâbus görmüşçesine zül gelmekte. Onlar için en iyisi mi kâinatta olan bitene tesadüf demek işin içinden sıyrılmak adına daha çok kolay gelmekte. Üstüne üstük tesadüf demek içinde özel bir analitik çabada gerektirmiyor.
Bilindiği üzere her canlı türü için genetik kodlar birbirinin aynısı olmamakla birlikte, her canlının kendi içinde genetik kodları aynı olup nesilden nesile değişmeksizin sabit kalabiliyor. Nitekim bu hususta bir kısım araştırmacılar birbiriyle yakınlığı olmayan canlılara ait şifreleri karşılaştırmak amacıyla birtakım deneyler yapmışlarda. Şöyle ki;
-Hayvansal virüslerin nükleik asitlerden hazırlanan örneklerle bakterileri enfekte ettiklerinde bakteri hücresi tıpkı bir bakteri virüsünün tesiri altına girmişçesine virüse ait polipeptit zincirini sentezlediği gözlemlenir gözlemlenmesine ama bu sentezlenme hadisesiyle birlikte ortaya yeni bir tür ortaya çıkmayacaktır.
-Bitkilerde hastalık yapan virüslere ait nükleik asitleri bakteri virüslerin özütlerinden hazırlanan yapay unsurlarla karıştırıldığında normal biyolojik fonksiyonlarına devam etmekle beraber biyolojik donanım aynı kalıp evrimleşme söz konusu değildir. Belli ki suni de olsa biyolojik hayatta kendi keyfince üreme denilen bir hadiseye yer yoktur. Var olan bir gerçek var, o da tüm canlı hücrelerde biyolojik nizamı âlem orijinal halde yoluna devam ediyor olmasıdır.
-Kökenleri farklı elemanların bir araya getirilmesiyle hazırlanmış yapay ortamlar sanki tek bir türe ait hücre yapısı gibi davranmakla birlikte, şu da bir gerçek Yüce Yaratıcı benzer fonksiyonlar için hayat kimyasını ve benzer yapıları kullanıp yaratmışta olabiliyor. Ancak yaratılan her tür canlının kendi içinde genleri değişmeyeceğine göre bu demektir ki her canlı tipindeki genetik yapı sabit kalıp asla aynı tip canlıdan farklı canlı tip türemeyecektir. Zira genetik yapı, tüm canlıların genetik karakteristik özellikleri kontrol eden Yüce Yaratıcının varlığına işaret etmektedir.
-Değişik organizmaların hücrelerinden hazırlanan örneklemelerin yapay bir ortamda mRNA aktarılınca birbirlerine uyan sonuçlar alınsa da yine asla yeni bir tür canlının meydana gelmesi söz konusu değildir. Kaldı ki deney metodunu evrime uygulamak hiçte öyle kolay gözükmemektedir. Nitekim Evrimci Theodosius Dobzhansky; deney metoduyla milyonlarca sürebilecek bir olayın açıklanmasına yetecek sürenin bir araştırmacının ömrünü aşabileceğini itiraf etmek zorunda kalmıştır.
Heinrich J. Matthaei ve Schoek iki bilim adamı insan plasentasından hazırladıkları hücresiz yapay ortamda 64 kod sözcüğün en az 27’sinin hem insan, hem de E. Coli için müşterek (ortak) kod sözcüğü gibi gözükse de elde edilen bu tür bulgularla tüm canlıları kapsayan ortak gen havuzuna mensub oldukları anlamı çıkmaz. Kaldı ki embriyolojik süreç her canlıda farklı seyretmektedir. Dolayısıyla embriyonun gelişmesi esnasında ne ceninin (fetus) geçirmiş olduğu embriyolojik safhalar (ontogeni) ne de bir başka canlıya ait embriyolojik benzerlikler evrime delil olamaz. Üstelik ortada homolog canlılara ait ortak ata fosilleri yok ki, böyle bir iddia da bulunulabilsin. Çünkü birçok müşterek kombinezonlardan hareketle aynı atadan geldiğimiz varsayımına delil teşkil etmediği gibi bütüncül durum ortaya koyamamaktadır. Zira ne kurbağa, insan DNA’sıdır ne de insan, kurbağa DNA’sıdır. Dolayısıyla evrim masalları hep varsayım görüş olarak kala kalacaktır. Onlar varsayımlarıyla kala kalsınlar, şu bir gerçek canlılar dünyasında türler arasında benzerliklerin varlığı ortak atadan meydana geldikleri anlamına gelmez. Maalesef onlar oldubitti varsayımcı kafada olduklarından dış görünüşteki benzerliklere bakaraktan hemen mal bulmuşçasına üzerine balıklamasına dalmaktalar. Ancak sonradan canlıların dış görünüşüne göre değil de derinlemesine analize tabii tutulup canlı türleri arasında bariz farklılıkların olduğu gerçeği ile yüzleştiklerinde işi hafife alıp teğet geçmektedirler. Öyle ya, şayet ortada birbirine benzer iki canlı veya birçok benzer canlılar aynı atadan gelmişlerse bunların birbirine dönüşümünü gösteren ara formaların ve aynı zamanda birbirleri arasında geçişlerin nerede başladığı ve nerede noktalandığı kademeleri gösteren delilerin de ortaya konmaları gerekir. Mademki canlıların başlangıçta güya ortak bir gen havuzundan dağılaraktan birbirinden türediklerinden dem vuruyorlar, yani aralarında ki evrensellikten söz ediyorlar, o halde iki arada bir derede kalmamak için bu işin taşıyıcılığını üstlenen tRNA’daki aminoasitlerin seçme (kodon tanıma) sınır alanlarının uzaysal boyutlarını da ortaya koymaları gerekir. Hatta bu da yetmez, icabında uzaydakilerle yerdekilerin ortak gen havuzunda nasıl buluşup birbirleri arasında nasıl evrim geçirdiklerini de gösteren delillerde ortaya koymaları gerekir. Tabii kararsız kasım oldukları için ortaya kendi varsayımlardan başka hiçbir delil ortaya koyamayacaklardır. Derken mutasyon kaynaklı değişikliklerin arkasına sığınıp onlardan medet umacaklardır. Oysaki mutasyon kaynaklı değişiklikler hemen hepsi kendi alanlarında sınırlı ve zararlı arızalar kümeler olarak kala kaldıkları bilinen bir gerçekliliğe rağmen yine de evrimleşme sürecinde her bir mutasyon geninin oğul döllere eklendikleri varsaysak bile bu söz konusu defolu genlerin baskın halde nesilden nesile kuşaklar boyu sürdürülebilir bir şekilde asla gün yüzüne çıkamayacaktır.
Velhasıl-ı kelam; yukarıda ki satırlarda dilimizin döndüğü kadarıyla izah etmeye çalıştığımız canlı türlerinin genel itibariyle şifre kodonları hakkında kabul görüp ortaya konan biyolojik verileri şöyle özetleyebiliriz:
-Her bir şifre kodonu üçlü nükleotid dizinim grubundan meydana gelmiştir.
-Her üçlü kodon müstakil (özeldir) olup, nükleotidlerin üst üste birikmesi söz konusu değildir.
- Birçok aminoasitler birden fazla üçlü kodonlar halde yönetilir.
-Herhangi bir üçlü kodon birden fazla amino asidi yönetemez. Üçlü kodonların sadece bir amino asidi yönettiği belirlenmiştir. İstisna olarak U-U-U üçlüsünün fenil alaninden başka mesela lösini de kısmen yönettiği olmuştur denilebilir.
-Birtakım şifre kodonları aminoasitleri kodlayamadığı durumlarda bu kez protein sentezinin başlatılması ve sonlanması gibi diğer işlerde kullanıldığı belirlenmiştir.
-Her canlı organizmada aynı aminoasitler aynı üçlü kodonlar tarafından yönetilir. Mesela E. Colinin diğer canlıların aminoasitleri gibi kendine özgü üçlü kodonunun olduğu belirlenmesi bunun tipik örneğini teşkil eder.
Vesselam.
KÂİNAT LABORATUVARINDA ALLAH’I HİSSETMEK
SELİM GÜRBÜZER
Bir kısım bilim adamları ateizmin etkisi altında kalarak yaratılan her varlığı tesadüfi bir eser olarak görüp iki yüzyılı aşkındır pozitivist felsefi davası gütmekteler maalesef. Güya ellerine tutuşturulmuş içi boş pozitivist felsefi reçetelerle insanların yaratılış mucizesine olan inancını sarsıp inkâr noktasına getireceklerini sanıyorlar. Oysaki her şeyden önce sınırlarına hayallerin bile yetişemeyeceği uçsuz bucaksız bir âlemde yaşıyoruz. Dolayısıyla böylesi uçsuz bucaksız bir âlem içerisinde yaratılış mucizesini insanların nazari dikkatinden göz ardı edilip inkâr etme noktasına nasıl getirilebilir ki? Düşünsenize içinde konumlandığımız samanyolu galaksisi bile yüz milyar rakamlı gibi bir sayıya tekabül ederken en az bunun iki misli kadarda galaksi âlemin hudutları içerisinde aydınlık güneşimiz gibi iki yüz milyar rakamlı bir sayıda yıldızlar topluluğunun varlığı söz konusudur. Şimdi gel de sınırlarına insan hayallerinin yetişemeyeceği böylesi mükemmel varoluş ve yaratılış mucizesi karşısında ne mümkün ki görmezden gelinip inkâr ediniversin. Bir kere her şeyden önce insan olarak bizatihi kendi ruhi ve bedeni varlığımız küçük bir âlemdir, hatta bu noktada insan için büyük âlem diyen âlimlerde var. Her ne kadar pozitivist felsefi akımlara kapılan bir kısım aklı evvel bilim adamları yoktan varoluşu inkâr etseler de bu hususta Elmalı Hamdi Yazır’ın “Ma’dûmun kendi kendine vücuda gelmesi, zâtî yok olanın bizatihi var olması imkânsızdır” anlamında dile getirdiği; olmayan bir şey kendiliğinden var olamayacağı gibi hiçbir şeyde kendi kendine ademden vücut (yokluktan varlığa) bulamaz gerçeğini değiştiremeyecektir.
Evet, dile getirilen bu ifadede yokluk ademi temsil eden bir kavram olarak anlam kazanırken, varlıkta vücudu temsil eden bir kavram olarak anlam kazanmakta. Dolayısıyla Sezai Karakoç’un “Yoktan da vardan da öte bir vardır, Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır” şiirinde yerini bulan ilahi mucizenin üzerine söz söyleme cüretinde bulunmaya yeltenen bir takım pozitivist, felsefi ve materyalist akımların ileri sürdükleri afaki hipotezler bilimsel çalışmalara asla kaynak teşkil edecek tezler olmayacaktır. Baksanıza adamlar yüzlerine taktıkları ‘Pozitivist Bilim’ maskesi altında sinsice önümüze koydukları yaratılışı inkâr eden içi boş suni reçetelerle insanları ruh köklerinden uzaklaştırıp maddenin kölesi yapma peşindelerdir. Her ne kadar etiketleri ve rozetleri cüsselerinden büyük bu tip sözde bilim adamlarının ikide bir ruh köklerimizle oynamaları canımızı sıksa da yine de oturup başımıza karalar bağlamak yerine asıl bu noktada bize düşen onların kirli emellerini boşa çıkartacak kendi varoluş kaynağımız yaratılış mucizesi tezlerimizi ortaya koymak olmalıdır. Hem kaldı ki bilimsel çalışmalara dayanak teşkil edecek tezler ortaya koyalım ki; bizden sonraki kuşaklar içi boş teorik suni hipotezlere kurban edilmesin. Hele ki günümüzde adından sıkça sözü edilen uzay ve fen bilimleriyle iştigal eden teknofest gençlik adına bunu yapmaya mecburuz da. Zira böylesi teknolojik donanıma haiz gençliğe ne pozitivist bir akım ne evrimci bir akım ne de materyalist bir akım rehber olabilir. Şu iyi bilinmelidir ki; insanın ete kemiğe bürünmesinden hareketle onu sırf maddi varlık olarak görmek evrimcilerin tamda arzuladıkları hayvan mertebesine indirgeyici akla ziyan bir bakış açısıdır. Bu yüzden bizim bakış açımızda yer alan Yüce Allah’ın yarattığı her varlıkta tecelli eden mucize-i rabbaniyeler doğrudan bizim için yaratılış mucizesine olan inancımızı pekiştirmeye yettiği gibi inancımız gereği Âdem (a.s)’den bugüne insanı hep “Allah’ın mukaddes emaneti Eşref-i mahlûkat bir varlık” olarak görmemize de yetmiştir. Evrimciler gibi biz asla ve kat’a insanı maymun gören bir mahlûkat olarak görmedik görmeyiz de
Unutmayalım ki insanı hayvan mertebesine ve maddi bir varlığa indirgeyen Darwinizm, Pozitivizm, Materyalizm ve Ateizm taraftarı akımlar Fen bilgisi derslerinde Yaratılış mucizesinden bahsedilmesinin bilime aykırı olduğundan dem vurmaktalar habire. Oysaki bilimin uğraşı alanı olan cemadat, nebatat, hayvanat ve insanat kendi içinde başlı başına birer laboratuvar âlemler olup, bu söz konusu laboratuvar âlemlerinden neye elimizi atsak her bir fiil failine, eser ustasına, sanat sanatkârına nisbetle Yüce Allah’ın Yaratılış mucizesine işaret etmekte. İşte Fen bilgisi derslerine bu yönden bakıldığında Yaratılış mucizesi dediğimizde bilimle hiçbir şekilde tezat teşkil etmeyip tam aksine Allah’ın ilim sıfatının tecellisi bir bilim dalı olduğu görülecektir. Bu nedenledir ki Fen bilgisi derslerinde işlenen her bir konunun Allah’ın yaratılış mucizesine ayna teşkil etmesi hasebiyle Hayy’dan Hu’ya Allah demekten kendimizi alamayız da. Düşünsenize 30 yıl öncesinde kendisi ateist olup ancak 56 yaşına geldiğinde insan DNA’sının şifrelerini çözüp bilim dünyasına adını yazdıran Dr. Francis Collins’in “Laboratuvarda çalışırken Allah’ın varlığını hissettim” haykırışıyla ateizmden yaratılış mucizesi çizgisine gelmesi Allah’ın ilim sıfatının bilim üzerinde tecellisinden maksadımızın ne olduğu noktasında meramımızı açıklık getirmeye yetmiştir. Her ne kadar yaratılış mucizesinin ilk anlarına şahit olmasak da ilk insanın topraktan vücuda geldiğini, kâinatta her var oluşun tesadüfi oluşuma geçit vermeyecek şekilde yaradılış gayesine uygun olarak yaratıldığını biliyor olmamız ve Yüce Allah’ın sıfatlarının yarattıkları üzerinde tecelli ettiğini görüyor olmamız bizim için iman etmemize kâfi sebeptir zaten. Zira Yüce Allah (c.c) “Onları, ilk defa yaratıp inşa eden diriltecektir. O (Allah ki) her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir” (Yasin, 79) ayeti celilesi mucibince tıpkı yeryüzü sathını yağmurlarla diriltip envaı türlü bitkilerle Hayy kıldığı (diri, canlı tutup) gibi ilk insanı da topraktan yaratıp ruh üfleyerek hayy kılmıştır. Madem öyle, bize bu noktada Yüce Yaradan’a hamdü senâ eyleyip yaradılış gayemize uygun Hu nefesimizle zikir eyleyerekten anmak düşer.
Bir kısım bilim adamları ateizmin etkisi altında kalarak yaratılan her varlığı tesadüfi bir eser olarak görüp iki yüzyılı aşkındır pozitivist felsefi davası gütmekteler maalesef. Güya ellerine tutuşturulmuş içi boş pozitivist felsefi reçetelerle insanların yaratılış mucizesine olan inancını sarsıp inkâr noktasına getireceklerini sanıyorlar. Oysaki her şeyden önce sınırlarına hayallerin bile yetişemeyeceği uçsuz bucaksız bir âlemde yaşıyoruz. Dolayısıyla böylesi uçsuz bucaksız bir âlem içerisinde yaratılış mucizesini insanların nazari dikkatinden göz ardı edilip inkâr etme noktasına nasıl getirilebilir ki? Düşünsenize içinde konumlandığımız samanyolu galaksisi bile yüz milyar rakamlı gibi bir sayıya tekabül ederken en az bunun iki misli kadarda galaksi âlemin hudutları içerisinde aydınlık güneşimiz gibi iki yüz milyar rakamlı bir sayıda yıldızlar topluluğunun varlığı söz konusudur. Şimdi gel de sınırlarına insan hayallerinin yetişemeyeceği böylesi mükemmel varoluş ve yaratılış mucizesi karşısında ne mümkün ki görmezden gelinip inkâr ediniversin. Bir kere her şeyden önce insan olarak bizatihi kendi ruhi ve bedeni varlığımız küçük bir âlemdir, hatta bu noktada insan için büyük âlem diyen âlimlerde var. Her ne kadar pozitivist felsefi akımlara kapılan bir kısım aklı evvel bilim adamları yoktan varoluşu inkâr etseler de bu hususta Elmalı Hamdi Yazır’ın “Ma’dûmun kendi kendine vücuda gelmesi, zâtî yok olanın bizatihi var olması imkânsızdır” anlamında dile getirdiği; olmayan bir şey kendiliğinden var olamayacağı gibi hiçbir şeyde kendi kendine ademden vücut (yokluktan varlığa) bulamaz gerçeğini değiştiremeyecektir.
Evet, dile getirilen bu ifadede yokluk ademi temsil eden bir kavram olarak anlam kazanırken, varlıkta vücudu temsil eden bir kavram olarak anlam kazanmakta. Dolayısıyla Sezai Karakoç’un “Yoktan da vardan da öte bir vardır, Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır” şiirinde yerini bulan ilahi mucizenin üzerine söz söyleme cüretinde bulunmaya yeltenen bir takım pozitivist, felsefi ve materyalist akımların ileri sürdükleri afaki hipotezler bilimsel çalışmalara asla kaynak teşkil edecek tezler olmayacaktır. Baksanıza adamlar yüzlerine taktıkları ‘Pozitivist Bilim’ maskesi altında sinsice önümüze koydukları yaratılışı inkâr eden içi boş suni reçetelerle insanları ruh köklerinden uzaklaştırıp maddenin kölesi yapma peşindelerdir. Her ne kadar etiketleri ve rozetleri cüsselerinden büyük bu tip sözde bilim adamlarının ikide bir ruh köklerimizle oynamaları canımızı sıksa da yine de oturup başımıza karalar bağlamak yerine asıl bu noktada bize düşen onların kirli emellerini boşa çıkartacak kendi varoluş kaynağımız yaratılış mucizesi tezlerimizi ortaya koymak olmalıdır. Hem kaldı ki bilimsel çalışmalara dayanak teşkil edecek tezler ortaya koyalım ki; bizden sonraki kuşaklar içi boş teorik suni hipotezlere kurban edilmesin. Hele ki günümüzde adından sıkça sözü edilen uzay ve fen bilimleriyle iştigal eden teknofest gençlik adına bunu yapmaya mecburuz da. Zira böylesi teknolojik donanıma haiz gençliğe ne pozitivist bir akım ne evrimci bir akım ne de materyalist bir akım rehber olabilir. Şu iyi bilinmelidir ki; insanın ete kemiğe bürünmesinden hareketle onu sırf maddi varlık olarak görmek evrimcilerin tamda arzuladıkları hayvan mertebesine indirgeyici akla ziyan bir bakış açısıdır. Bu yüzden bizim bakış açımızda yer alan Yüce Allah’ın yarattığı her varlıkta tecelli eden mucize-i rabbaniyeler doğrudan bizim için yaratılış mucizesine olan inancımızı pekiştirmeye yettiği gibi inancımız gereği Âdem (a.s)’den bugüne insanı hep “Allah’ın mukaddes emaneti Eşref-i mahlûkat bir varlık” olarak görmemize de yetmiştir. Evrimciler gibi biz asla ve kat’a insanı maymun gören bir mahlûkat olarak görmedik görmeyiz de
Unutmayalım ki insanı hayvan mertebesine ve maddi bir varlığa indirgeyen Darwinizm, Pozitivizm, Materyalizm ve Ateizm taraftarı akımlar Fen bilgisi derslerinde Yaratılış mucizesinden bahsedilmesinin bilime aykırı olduğundan dem vurmaktalar habire. Oysaki bilimin uğraşı alanı olan cemadat, nebatat, hayvanat ve insanat kendi içinde başlı başına birer laboratuvar âlemler olup, bu söz konusu laboratuvar âlemlerinden neye elimizi atsak her bir fiil failine, eser ustasına, sanat sanatkârına nisbetle Yüce Allah’ın Yaratılış mucizesine işaret etmekte. İşte Fen bilgisi derslerine bu yönden bakıldığında Yaratılış mucizesi dediğimizde bilimle hiçbir şekilde tezat teşkil etmeyip tam aksine Allah’ın ilim sıfatının tecellisi bir bilim dalı olduğu görülecektir. Bu nedenledir ki Fen bilgisi derslerinde işlenen her bir konunun Allah’ın yaratılış mucizesine ayna teşkil etmesi hasebiyle Hayy’dan Hu’ya Allah demekten kendimizi alamayız da. Düşünsenize 30 yıl öncesinde kendisi ateist olup ancak 56 yaşına geldiğinde insan DNA’sının şifrelerini çözüp bilim dünyasına adını yazdıran Dr. Francis Collins’in “Laboratuvarda çalışırken Allah’ın varlığını hissettim” haykırışıyla ateizmden yaratılış mucizesi çizgisine gelmesi Allah’ın ilim sıfatının bilim üzerinde tecellisinden maksadımızın ne olduğu noktasında meramımızı açıklık getirmeye yetmiştir. Her ne kadar yaratılış mucizesinin ilk anlarına şahit olmasak da ilk insanın topraktan vücuda geldiğini, kâinatta her var oluşun tesadüfi oluşuma geçit vermeyecek şekilde yaradılış gayesine uygun olarak yaratıldığını biliyor olmamız ve Yüce Allah’ın sıfatlarının yarattıkları üzerinde tecelli ettiğini görüyor olmamız bizim için iman etmemize kâfi sebeptir zaten. Zira Yüce Allah (c.c) “Onları, ilk defa yaratıp inşa eden diriltecektir. O (Allah ki) her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir” (Yasin, 79) ayeti celilesi mucibince tıpkı yeryüzü sathını yağmurlarla diriltip envaı türlü bitkilerle Hayy kıldığı (diri, canlı tutup) gibi ilk insanı da topraktan yaratıp ruh üfleyerek hayy kılmıştır. Madem öyle, bize bu noktada Yüce Yaradan’a hamdü senâ eyleyip yaradılış gayemize uygun Hu nefesimizle zikir eyleyerekten anmak düşer.
Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medine ... m+gurbuzer
En son alperen tarafından 19 Tem 2023, 19:23 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

RNA MUCİZESİ

Mesaj gönderen alperen »

RNA MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER

RNA için hücre içi ve hücre dışı faaliyetlerde en önemli elçimiz dersek yeridir. Hatta eski tabirle veziri azam, yeni tabirle de Başkan yardımcısı dersek yine yeridir. İşte kendisine atfettiğimiz bu sıfatlardan da anlaşıldığı üzere genetik sistem sırf DNA üzerine kurulu bir sistemden ibaret değildir. Nasıl ki DNA, kimyasal açıdan 3 farklı molekülün (5 karbonlu şeker, azotlu baz ve fosfat) birleşmesiyle oluşan nükleotid polimerlerden meydana gelmiş bir yapıysa RNA’da kimyasal açıdan ribo nükleik asit nükleotid moleküllerinden oluşmuş bir polimer yapıdır. Üstelik bu yapı DNA başkanlığınca yürütülen sistem içinde enzimlerle de işbirliği içerisinde olan bir yapıdır. Zaten son derece kompleks yapı içerisinde RNA ile birlikte adeta harıl harıl makine gibi çalışan enzimlerin de işin içinde olması gerekir ki DNA tarafından gönderilen mesajlar yerini bulsun. Hem mesajların yerini bulup anlam kazanabilmesi içinde malum:
-Sistem içerisinde mRNA olmalı ki ilgili yerlere gönderilen şifreli mesajlar okunabilsin.
-Sistem içerisinde, ribozomlar da yer almalı ki gönderilen mesajlar protein sentezi olarak işlenebilişin.
-Sistem içerisinde tRNA olmalı ki ribozom limanı üzerinden protein sentezi olarak işlenecek amino asitler dizilimleri bir anlam kazanabilsin
-Sistem içerisinde katalizörlük işlemlerini gerçekleştirecek enzimler de olmalı ki sistemin çarkları hız kazanıp kendi kendini yenileyebilir bir şekilde döngüsünü tamamlayabilsin.
Tabiî yukarıda sıraladığımız sistemi oluşturan ana arter unsurların tümü icabında tek başına bir anlam ifade etmeyebilir. İlla ki sistemi oluşturan tüm bu unsurları bağrında barındıracak canlı vasat ortamının, yani hücre ortamının da olması gerekir ki sistem tüm unsurlarıyla birlikte işlerlik kazanmış olsun. Öyle ya, teşbihte hata olmasın ortada ekilecek biçilecek bağ bahçe ve tarla ortamı olmalı ki, yani hücre ortamı olmalı ki biyolojik hayat için gerekli olan karbonhidrat, yağ, protein, vitamin vs. gibi ürünler vücut iklimimizde meyve vermiş olsun.
İşte yukarıda maddeler halinde sunmaya çalıştığımız sistemi tüm unsurlarıyla bir arada ele aldığımızda; biyolojik hayatın yeşermesinde tarla vazifesi gören her bir hücre arazisi öyle sanıldığı kadarıyla birkaç çalı, birkaç kuru ottan ibaret donatılı araziler değildir, tam aksine bir dizi hücre organellerini bağrında barındıran kompleks yapılarla donatılmış arazilerdir. İşte böylesi komplek yapılarla donatılmış arazilerden herhangi bir canlının doku ve organlarıyla birlikte ete kemiği bürünmüş bir halde tesadüfen vücut bulduğundan dem vurmak akla ziyan bir tutum olsa gerektir. Düşünsenize, şayet bir adama sürdüğü arabanın tüm aksamlarının tesadüfen bir araya gelip arabayı oluşturması sayesinde arabayı sürebildiğini inandırabilirsek, vücut hücrelerinin de tesadüfen bir araya gelip dokularını oluşturduğunu, dokularının tesadüfen bir araya gelip organlarını oluşturduğunu ve bu sayede nefes alıp soluduğunu, yiyip içip beslenip hareket ettiğini de inandırmış olacağız demektir. Tabii işin şakası bir yana, maalesef tüm bu trajikomik tesadüfi iddialar karşısında bizde ister istemez ironi yapıp onlar hakkında trajikomik yorumlar yapmak zorunda kalıyoruz.
Her neyse bir kısım aklı evveller kendi tezlerini doğrulamak adına tesadüfler zincirlerine ümitlerini bağlaya dursunlar, şu bir gerçek vücut biyokimyamızın en önemli sacayaklarından RNA’mızda hiçbir şekilde tesadüfü zincirlerin her hangi bir halkasından kopup da ansızın ortaya çıkmış bir yapı değildir. RNA’mızda hiç şüphesiz tıpkı DNA gibi nükleotidlerden oluşmuş mükemmel donatılmış bir yapıdır. DNA ile aralarında nükleotid yapı bakımdan en belirgin fark; DNA’da ki timin yerine RNA’da urasil nükleotidi bulunmasıdır. Nitekim RNA’daki nükleotid dizilimi “adenin, guanin, sitozin ve urasil” diye bilinen 4 çeşit organik baz (nükleotid) üzerine kurulu bir zincir halkası olarak karşımıza çıkar. Böylece bu dizilimde Timin yerine Urasil’in devreye girmesiyle birlikte nükleotid eşleşmesi A-U, G-S şeklinde zayıf hidrojen bağları ile birbirleriyle bağlanıp RNA zincir halkasının basamaklarını oluşturmuş olurlar. Şu da bir gerçek RNA nükleotidleri tek bir zincir halkası boyunca dizilim göstermesine gösterir ama DNA’da olduğu şekliyle adenin miktarı urasile, guanin miktarı stozine eşit bir şekilde dizayn olmazlar. Yani bu demektir ki; RNA, DNA’daki gibi güçlü halkalı hidrojen bağlarıyla değil zayıf halkalı hidrojen bağlarıyla bağlı olduklarından zincir halkası her an kopmaya hazır bir dizilim göstermekteler. Değim yerindeyse kartlarını DNA’daki gibi çift kart üzerine değil tek kart üzerine oyunun kurallarını oynayarak hücre içerisinde etkinliğini göstermekteler. İşte tek kartlı bu yapı özelliğinden dolayıdır ki laboratuvar çalışmalarında DNA için uygulanan analiz ve izolasyon metotları, RNA için geçerlilik arz etmeyebiliyor.
Evet, anlaşılan o ki, RNA sadece yapı bakımdan değil üstlendiği görev bakımdan da DNA’dan farklılık arz etmekte. Görev icabı bir bakıyorsun RNA’nın %90’ı hücre sitoplâzmasında bulunup oradan da ribozomlara giciş yapıp her daim aktif halde bulunabiliyorlar. Aktif halde bulunmaları da gayet tabii bir durumdur. Zira merkezi idare DNA’ya özgü çekirdek bir alan, yerel idare de RNA’ya özgü sitoplazmik bir alandır. Ki, DNA’nın idari başkanlık konutu çekirdeğin tamda merkezinde yer almakta. Zaten yürütmenin başı olarak tamda merkezde bulunması icab eder. DNA adeta bir hükümdar edasıyla tahtının (çekirdekte ) başında emrine amade başta veziri RNA olmak üzere diğer alt birim kadrolarıyla birlikte hareket edip bir anda hücre içi faaliyetlerini hücre dışına da taşıyaraktan küresel boyut kazandırabiliyor da. Hiç kuşkusuz yürüttüğü tüm faaliyetlerde RNA moleküllerinin çok büyük destek payı vardır. Öyle ki RNA’nın omuzlarına binen yük, öyle sıradan yük olmayıp bilakis protein sentezine yönelik tüm aşamaları da kapsayacak türden sorumluluk gerektiren ağır bir yüktür. Nitekim sorumluluk gerektiren yükün altına girdiği içindir protein sentezi yönelik faaliyetlerde tek başına değildir, bilakis kendi uhdesinde ki kadroyla birlikte hareket etmekte olup teşkilat şeması da ona göre belirlenmiştir. Malum, kendi uhdesinde olan teşkilat şemasının en önemli sacayaklarını ise:
“-Kalıp RNA (mRNA-Messenger-RNA),
-Taşıyıcı RNA(tRNA- transfer),
-Ribozomal RNA (rRNA)” oluşturmaktadır.
İşte hücre nizam-ı âlem prosedürünün işlemesi açısından böylesi bir teşkilat şemasının üçlü sacayağı üzerine kurulu olması hücrenin selameti için zaruri bir durumdur. Ama gel gör ki, hücrenin selametini tesadüfün kollarına teslim edip tüm ümitlerini sihirli değneğe bağlayanlara bu üçlü sacayağının gerekliliğini ‘olmazsa olmaz şart’ hükmünde bir zaruriyet olduğunu anlatmak çok zordur. Onlara kalsa utanmadan sıkılmadan tıpkı urasil bazından timin bazının türediklerini iddiasında bulundukları gibi bu üç sacayağın aktörlerinin de birbirlerinden evrimleşerek türediklerini dile getireceklerdir. Hem kaldı ki tesadüfler zincirinden, başıboşluktan, dağınıklıktan beslenen kerameti kendinden menkul bu tip kafa yapısına sahip aklı evvel kişiler için teşkilat, organizasyon, hücre hiyerarşisi, hücre nizam-ı âlemi gibi kavramlar her daim yabancıdır zaten. Bikere zihin dünyaları algılarında canlı hayatı tesadüfü oluşmuş bir takım kümelerin üst üste binerek kör yığınlar olarak görmek vardır, yani hayata bakışları bu. İşte onlar bu nedenledir ki, hücre anarşizmin zıddı olan hücre Nizam-ı âleminden, hücre içerisinde kraldan çok kral kesilmenin zıddı DNA Başkanlığında ki işleyen katılımcı yönetim anlayışından pek haz etmezler. Haz ettikleri sadece nerede kanser hücreleri gibi başıboş oluşumlar var, nerede nizamsızlık içeren mutajenik yapılar var hemen oralara balıklamasına dalıp kırık dökük enkaz yığınlarından evrime delil teşkil edecek bir şeyler bulma sevdasındadırlar. Aslında onlarda gayet iyi biliyorlar ki yönetimin olduğu yerde intizamsızlığa başıboşluğa ve tesadüf oluşumlara yer yoktur, bu yüzden birtakım gerçekleri saklayıp baklayı ağızlarından mümkün mertebe çıkarmamaya çalışıyorlar. Onlara gerçekleri gizleye durun, oysaki ortada net bir şey var, o da malum yaratılışın orjinin de intizama, tertibe ve tevafuka yer vardır. Hem kaldı ki gerek makro âlem üzerinde, gerekse mikro âlem üzerinde yapılan çalışmalardan elde edilen verilere derinlemesine incelediğimizde olağan üstü şuurlu ve planlı bir yaratıcı elin devreye girip tüm yaratılış kanunların yönetiminde yaratıcı güç olarak varlığı sezilmektedir. Bu yüzden deriz ki, yönetimin olduğu bir yerde her şeyi tesadüfi oluşuma bağlamak hem akla ziyan bir düşünce olur, hem de abesle iştigal bir tutum olur. Hem bu hangi akla hizmetse bir bakıyorsun DNA başkanlığında ve Başkan Yardımcısı RNA ile birlikte belli bir hiyerarşik bir düzen içerisinde mükemmel işleyen böylesi bir sisteme tesadüf diyebiliyorlar. Hem yine bu hangi akla hizmet etmekse bir bakıyorsun DNA’nın idarenin başı olarak mRNA üzerinden ekip olarak yürüttüğü tüm hücre içi ve hücre dışı faaliyetleri görmezden gelebiliyorlar. Onlar görmeseler de biz görüyoruz ya, bu yetmez mi? Hatta bizimle beraber hücre içerisinde faaliyet gösteren her bir organelin olan biten hemen her şeyden haberdar oldukları da besbelli. Nasıl mı? Gayet net bir şekilde gözü kulakları hep DNA’dan gelecek talimatlar üzerine odaklanmış durumdalardır. Üstüne üstük bu durumda böylesi mükemmel bir hiyerarşik yapının başkanı DNA’nın çekirdek tahtından çıkmasına da gerek yoktur. Ne de olsa hücre organellerine talimatları gerekli yerlere ulaştıracak emrine amade mRNA vardır. Öyle ki emri yüklenen mRNA daha yola çıkmadan yolunu dört gözle bekleyen hücre organellerinden en sabırsız olanı vardır ki o da malum ribozomdan başkası değildir. Çünkü ribozom bir an evvel protein sentezini gerçekleştirmenin aşkı ve heyecanı içerisinde bir hücre organelidir.
Evet, mRNA elçi konumunda bir misyon şefidir. Bundan dolayıdır ki üçlü şifre denen bilgi kodonu dokunulmazlığı zırhıyla gittiği yerlerde aracı olarak ilettiği mesajları sorgulanmaz. Belli ki atalarımız “elçiye zeval olmaz” sözünü boşa söylememişler, hiç kuşkusuz bu söz mRNA içinde geçerlilik arz eden bir atasözüdür bu. Ancak mRNA’nın burada dikkat etmesi gereken kraldan çok kral kesilmeyip, kendisine nükleustan çıkışında ne emredilmişse onu sağ salim sitoplazmada protein sentezinin yapım yeri olan ribozomlara iletmek olmalıdır. Üstelik elçilik faaliyetlerini yürütürken de yalnız değildir, en azından kendi uhdesinde mesajlarını taşıyacağı tRNA, ribozomlar üzerinde protein sentezine yönelik işbirliği içerisinde bulunacağı rRNA gibi ekip elemanları vardır. Derken bu ekip çalışması ruhu sayesinde protein yapımı sürecinden beklenen maksat hâsıl olur da. Şöyle ki bu süreçte RNA polimerase enzimi mRNA molekülünün sentezlenmesini başlattıktan sonra zincir uzamasını tıpkı DNA replikasyonunda olduğu gibi tek iplikçi kol kısmında dizili haldeki bazların karşısına komplementer RNA nükleotidlerini konumlandırıp eşleştirmesiyle gerçekleştirir. İkinci aşamasına gelindiğinde de zincir uzaması terminatör sekans noktasında sonlanmış olacağından RNA polimerase enzimi, görevini yerine getirmenin mutluğuyla herhangi bir nükleotid dizilimine yönelik katalizör görevi yapmaksızın serbest halde kalır. Bu arada enzimle sentezlenen mRNA ise endoplazmik retikulum üzerine yapışaraktan ribozomlar üzerine mesajlarını düz bir hat şeklinde iletmek suretiyle bağlanmış olur. Bir başka ifadeyle mRNA DNA’dan aldığı genetik bilgileri protein sentezi yapımında kullanmak üzere ribozomlara taşıyaraktan kalıp görevini en iyi bir şekilde ifa etmiş olur. Artık ne de olsa DNA’daki üçlü şifreyi nükleustan sitoplazmaya geçirerekten ribozoma bağlayıp alnının akıyla görevini tamamlamış oldu, şimdi onun için geri dönüş hazırlıklarına koyulmak zamanıdır. Bunun içinde ilk yapması gereken kendi ürettiği feed-back (geriye doğru iletişim) mesajıyla mRNA üretimini durdurmak olmalı, ikinci yapması gerekense dönüşüne katalizör etki yapacak enzim üretimini gerçekleştirmek olmalıdır. Tavsiye etmek haddimize mi, gerçekten de bir bakıyorsun her şeyin gereğini yapmış bir elçi olarak DNA tahtından hücre içine gelişindeki muhteşemliği kadar dönüşü de muhteşem olur. Öyle ki başlangıçta bir gen tarafından protein sentezine yönelik üretilen bir cümlelik mRNA mesajı yerini bu kez ‘maksat hâsıl olmuştur’ şeklinde sabit bir cümlelik feed-back mesaja bırakmak suretiyle görevini tamamlamış olur.
Görevini en iyi şekilde nihayete erdiren mRNA’lar bilindiği üzere RNA’nın % 1 ila 2’sini oluştururlar. Molekül ağırlıkları ise birkaç yüz binlerden birkaç milyon rakamlarla ifade edilebilecek şekilde değişiklik gösterebiliyor. Değişiklik göstermesi de son derece gayet tabiidir. Çünkü mRNA’nın oluşumu DNA replikasyon olayındaki gibi belli bir sistematik dâhilinde sıralı artış gösteren bir kopyalanma hadisesi değildir. Nitekim DNA replikasyonunda yenilenen şeridin omurgası aynen eski şeritte olduğu gibi deoksiriboz ve fosfat yapısında ‘D-P-D-P-D-P’ şeklinde dizilim gösterirken, mRNA’da ise şeridin omurgası riboz, fosfat yapısında ‘R-P-R-P-R-P’ şeklinde bir dizilim gösterir. Kelimenin tam anlamıyla DNA, deoksiribonükleotid polimer omurga yapısında bir zincir oluştururken, mRNA ise ribonükleotid omurga yapısında bir halka oluşturur. Ancak şu da var ki, mRNA’nın omurga yapısı, deoksiribonükleotid omurgasına göre daha az dayanıklı yapıdadır. Bu nedenledir ki, RNA’nın ömrü DNA’dan çok kısa sürüp, bu süre yaklaşık 240 dakika ile sınırlıdır. Ömrü çok kısa sürse de sonuçta tüm bu elçilik faaliyetlerinin ortaya koyduğu şu bir gerçeklik vardır ki:
-Bir yandan DNA’nın tek iplikçi halkasında konumlanan genetik bilgilerin şifreler (kodlar) halinde tek iplikçi RNA halkasına taşınması “transkripsiyon” olarak anlam kazanıyor olması çok mühim bir hadise,
-Diğer yandan da bilgileri taşıyan RNA’nın “Messenger RNA” olarak anlam kazanıyor olması çok mühim bir hadisedir.
tRNA (Transfer – taşıyıcı RNA)
DNA’da sentezlenen tRNA’ların belli başlı iki görevi vardır:
-Birinci görevi sitoplazmada serbest halde bulunan kendi şifresine uygun amino asitleri kendine bağlamak ve onları ribozomlara taşımaktır.
-İkinci görevi kendine bağladığı amino asitleri mRNA’dan gelen mesaj doğrultusunda protein sentezinde aracılık yapıp sağ salim mesajları ilgili yerlere taşınmasını sağlamaktır. Malumunuz sosyal hayatta olduğu gibi hücre içi faaliyetlerde de taşıma sistemleri olmadan protein sentezi işlemleri gerçekleşemez. Bu yüzden protein sentezini kendine hedef edinmiş her bir aminoasidin kendine özgü tRNA’sının olması icab eder. Taşımacılıkta tRNA’nın cinsi acaba kamyon mudur, tır mıdır, otobüs müdür, otomobil midir türünden araç yapı biçimine baktığımızda; kendi içinde en az 40 çeşit cinsi olsa da genellikle çift iplikli bir yapıya sahip olduğu gözükmektedir. Ve bu yapının karşılıklı uçları gelen şifreye uygun “ A-U, G-S…” şeklinde sıralı halde eşleşerekten en az 20 farklı tRNA molekül oluşturacak şekilde dizilim gösterirler. Ki, eşleşen bu nükleotid çiftleri birbirlerine zayıf hidrojen bağlarıyla tutunmaktalardır. Derken nükleotid zincir halkası kıvrımlar yaparak 3 boyutlu bir şekil alıp ribozomlar üzerinde küçük veya büyük alt birimlere ayrılmış olurlar. Öyle ki büyük alt birimlerin üzerinde tRNA’ların tutunabildiği iki reseptörün bulunduğu varsayılır. Derken mRNA söz konusu küçük alt birimlere tutunup, böylece ribozomlar üzerinde protein sentezi işlemlerinde önemli görevler üstlenmiş olurlar. Her bir alt birim diğerlerinden daha küçük olup çoğunlukla 70 ila 80 nükleotidden meydana gelmiştir. Öyle ya, mademki hücre içerisinde 20 çeşit amino asit bulunmakta o halde her amino asit için en az 20 farklı tRNA molekülü bulunmak zorundadır. İşte böyle bir durumda tRNA hücrede erimiş halde bulunduğundan adına soluble RNA’da (sRNA) denmekte. Böylece adına uygun davranış sergileyen tRNA’ların küçük ve suda erir olması hücre içerisinde çok rahatlıkla difüzyon yapabilirliğine kapı aralar.
rRNA (ribozomal-RNA)
Adı üzerinde mesaj yüklü RNA ribozomların üzerinde konakladığında kendisine rRNA denilmektedir. Hele her mesaj yüklü RNA, taşıyıcı RNA aracılığıyla ribozomlar üzerine konmaya bir görsün, adeta barkod okuyucusundan geçerekten protein sentezi işleminde üstlendiği görev itibariyle ribozomal RNA olarak anlam kazanmış olur. Bir başka ifadeyle proteinlerle birleşip hemhal olmakla anlam kazanmış olur. Şayet ribozomlar üzerinde konaklayan RNA’lar ayrıştırılacak olursa ribozomlar görev yapamaz hale gelip hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Belli ki rRNA sadece tek nükleotid zinciri halkası bir yapıda olduğundan ribozom barkodundan geçip ribozomun yapısına bürünmek gibi bir görevi olduğu gibi mRNA ve tRNA’yı ribozomlara bağlama noktasında da yardımcı olmak gibi de bir görevi vardır.
Bu arada bakteriler üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda iki çeşit rRNA’nın varlığı tespit edilmiştir. Bunlar:
1-) 23 S rRNA= Ribozomlarda büyük alt birimi,
2-) 16 S rRNA= Ribozomlardaki küçük alt birimi şeklinde kategorize edilirler.
Her ikisinde de kategorize edilen S harfi ultrasantrifüj işlemleri sırasında çökelme katsayısını gösteren sembolik birimi olup bu söz konusu birime Swedberg (S) denmektedir. Böylece santrifüj sonrası çökelme katsayısının birim değeri 23 S rRNA için molekül ağırlığı 1,2x 10 üzeri 6 olup, 16 S rRNA için ise molekül ağırlığı 0,6x10 üzeri 6 olarak bir ölçüm olarak belirlenir. Öyle anlaşılıyor ki protein sentezinin birinci ayağındaki protein genetik bilgisi DNA üzerinden RNA üzerine kopyalanması, ikinci ayağını da RNA üzerinden ki bu bilginin işlenip okunması şeklinde tecelli etmekte, protein sentezinin son sacayağı da malum bu bilgiye uygun amino asitlerin birbirine eklemlenmesi şeklinde tezahür eder. Tüm bu sacayaklarını bütün olarak düşündüğümüzde bize bir anlamda insanın proteinlerden vücuda geldiğini göstermektedir. Hatta tüm bu sacayakları aynı zamanda bize insanın toprağın özünde yaratılış mayasıyla yoğrulduğu DNA’yı oluşturan moleküllerin bulunması hasebiyle protein oluşumunun başlangıcı olarak toprak DNA molekülüyle başlandığını göstermekte. Nitekim Yüce Allah (c.c) bu hususta “İnsanı yaratmaya çamurdan başladı” (Secde, 7) diye beyan buyurmasıyla çamurun insanın yaratılışındaki DNA molekülüyle başlangıç madde özelliği olarak özdeşleşmesi cihetiyle; DNA molekülünün protein sentezinin birinci sacayağının Başbuğ Başkanı olduğunu gösterir. Protein sentezinin ikinci sacayağını da vezir-i azam konumunda diyebileceğimiz RNA molekülün gösterir. Üçüncü ayağını da amino asit ve bileşenleri oluşturmaktadır.
Hâsıl-ı kelam RNA ile DNA arasında ki farkı aşağı da sıralayarak bu konuyu burada tamamlayabiliriz:
-DNA’da şeker olarak deoksiriboz bulunurken, RNA’da ise riboz bulunur,
-DNA’da “A, G, S, T” nükleotidlerinden ibaretken, RNA’da ise “A, G, S, U” nükleotidlerden ibarettir.
-Çoğunlukla DNA kalıtım görevi yaparken, RNA ise bazı virüslerde kalıtım görevi yapmakla birlikte hiç kuşkusuz asıl görevi protein sentezinde aktif görev yapmaktır. Bu demektir ki çekirdek ve çekirdekçik içerisinde yer alan DNA ile sitoplazma da yer alan RNA arasında yerleşiklik bakımdan birebir, yani 1:1 bir oranlama söz konusudur.
-DNA deoksiribonükleaz enzimi hidroliz olurken, RNA ise ribonükleaz enzimle hidrolize olur.
- Laboratuvar yöntemleri açısından ise genellikle DNA Feulgen boyalarla boyanırken RNA ise bazik boyalarla boyanır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-g ... ose-yazisi
En son alperen tarafından 12 Ağu 2022, 19:25 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

DNA İLE BİRLİKTE HAYY’DAN GELİR HU’YA GİDERİZ

Mesaj gönderen alperen »

DNA İLE BİRLİKTE HAYY’DAN GELİR HU’YA GİDERİZ
SELİM GÜRBÜZER

Elçiye zeval olmaz denir ya hep, aynen biz de bu noktada RNA için biyokimya hayatında DNA’nın şifre kodlarını üzerinde taşıması hasebiyle ona da elçiye zeval olmaz gözüyle bakarsak yeridir. Her ne kadar RNA, bilgi kodunun baş mimari değilse de, protein kodlayıcı yönünde yüklenmiş bir bilgi taşıyıcısıdır. Malum, bilgi kodunun asıl baş mimari DNA’dır, RNA’nın buradaki fonksiyonu DNA’daki bilgiyi protein sentezi imalatının yapıldığı ribozom fabrikasına taşıyaraktan protein sentezinde aracı rol üstlenmesidir. Ki, bilgi kodu olmaksızın protein sentezi gerçekleşemez. Protein sentezinin gerçekleşmesi için DNA bilgisinin mutlak surette RNA üzerinden kopyalanıp sitoplazma alanına iletilmesi gerekir. Tüm bunlardan da öte Allah’ın El- âlim isminin tecellisi ‘Ol’ emri bilgi kodunun DNA başkanlığında ve RNA’nın aracılığıyla ilgili yerlere ulaştırılması gerekir ki “Ol” emri bilgi kodundan maksat hâsıl olun.
Nasıl ki Yüce Allah (c.c) bulutu yağmurun yağmasına vesile kılmış aynen DNA bilgi kodunun protein sentezine dönüşmesi içinde bu hususta RNA’yı aracı kılmıştır. Zaten elçilik aracı olmayı gerektirir. Nitekim RNA, elçi sıfatılığı sayesinde bilgi transfer işlemleri takriben 50 makro molekül yapıtaşları eşliğinde mümkün hale gelmekte. Ve bu söz konusu makromolekül seviyedeki yapıtaşlarının her biri DNA’nın bilgi bileşenleriyle kodlanır da. Dolayısıyla DNA’nın boyasıyla boyanmadan sitoplazma içerisinde yer alan monomerlerin polimerleşmesiyle oluşmuş çok büyük moleküllerin (makromoleküller) hiçbir hükmü olamayacaktır. İlla ki RNA vasıtasıyla gelen bilgilerle boyanmaları gerekir ki sitoplazma içerisinde bulunmalarının bir anlamı olsun. Aksi halde içi boş artık maddelerden başka bir anlam ifade etmeyeceklerdir. İşte bu noktada meseleye anlam cihetiyle baktığımızda genetik bilgi demek hücrenin bütününü kapsayan enformasyonu demektir. Bu ne tek başına RNA’nın kendiliğinden gerçekleştirdiği bir genetik enformasyondur (genetik bilgidir), ne de her hangi bir hücre elamanının tek başına başardığı bir enformasyon hadisesidir. Tam aksine DNA’nın öncülüğünde, RNA’nın ise elçiliği vasıtasıyla ve takriben 50 makro molekülün işbirliği ile gerçekleşen genetik enformasyonun ta kendisi mucizevi bir hadisedir bu.
Evet, bu mucizevi hadiseyi bir kez daha söylemekte fayda var; DNA’nın bilgi koduyla renklenmeksizin RNA’nın kendi kendini kopyalaması mümkün olmayacağı gibi hayat biyokimyası da “Hayy” olarak işlerlik kazanmayacaktır. Hiç kuşkusuz hayat biyokimyası, Yüce Allah’ın (c.c) isminin tecellilerinin tezahürü olarak iri ve diri olması anlamında “Hayy” olmakta. İşte bu noktada DNA, Yüce Allah’ın “Ol” emri koduyla hayat biyokimyasının “Hayy” olmasında Başbuğ Başkanı olarak görev yüklenirken, RNA’da hayat biyokimyanın elçisi konumunda vezir-i azamı olarak görev yüklenmiş olmakta. Her ikisi de bu durumda Yücelerden emir almış, gereğini yapmaktalar. Hani halk arasında olumsuzluk anlamında ifade edilen “haydan gelir huya gider” diye söylenen bir söz var ya, neyse ki tasavvufi çevreler de bu söz olumlu yönden ifade edilerek “Hayy’dan gelir Hû’ya gider” şeklinde, yani müsbet manada Allah’tan (hayat sahibinden) geldik O’na gideceğiz olarak karşılık bulmakta. Zaten doğru ifade edileni de tasavvufi hayat yaşayanların algıladığı ifadedir. Zira “Hayy” da hayat bulmak vardır, “Hû” da ise “Allah’ım maksadım Sensin, isteğim Senin rızanı kazanmaktır” anlamında Fenafillah, Bekabillah ve Hüve (Vücud) olmak vardır. Gerçekten de öyle değil mi, Yüce Allah’ın isminin tecellileri olmadan asla hayat biyokimyamız hem madden hem de manen vücut bulamaz.
Şu bir gerçek, her kim ki istediği kadar hayat için gerekli olan tüm malzemeleri devasa büyüklükte deney tüplerine koyuverse de, akabinde bu deney tüpleri içerisindeki malzemelerin dirilmesi adına ne var ne yok tüm metotları tatbik edivermiş olsa da şunu iyi bilsin ki cansız bileşenlerden bir diriliş asla ortaya çıkaramayacaktır. Nitekim bu tür denemeler uzun yıllar çok kez sınandı sınanmasına ama her defasında sonuç sıfıra sıfır, elde var sıfır çıkmıştır hep. İşte bir zamanlar hayatın tesadüfi olarak çıktığına inandırılan matematik ve astronomi Profesörlerinden Chandra Wickramasinghe muhtemeldir ki etrafında gözlemlediği sıfıra sıfır, elde var sıfır sonuçlar karşısında “Şu an geldiğim nokta itibarı ile Tanrı’yı inkar edecek hiçbir akılcı argüman bulamıyorum. Tek mantıklı cevabın yaratılış gerçeği alakalı bir durumu kabullenmek olmalıdır” şeklinde bir takım gerçekleri dile getirme itirafında bulunabilmiştir.
Malum altmışlı yılların sonlarında İzlanda civarında yeni bir adanın doğuşuna şahit olunmuştu. Bir kısım bilim adamları bir ümitle yollara düşüvermişlerdi. Hayata daha yeni merhaba diyen ada da kendi hal lisanıyla gelenlere adeta hoş geldin dercesine rengârenk çiçeklerle kaplı bitki florasıyla ve birtakım böcek ve kır çiçekler karşılayıverir. Gerçekten de adanın iki yıl içerisinde bu denli zengin flora ve faunaya kavuşmasını izleyenlerin dikkatinden kaçmaz da. Dikkat edin sözü edilen iki yılda oluşan manzaradan bahsediyoruz, yani uzun bir zaman diliminde oluşmuş bir manzaradan bahsetmiyoruz. Ancak iki yılda da oluşan bir manzara olsa Evrimci tezlere ters düşen bir durumdu bu. Çünkü evrimciler o güne kadar her türlü hayat oluşumunun ancak 50 milyon yıl içerisinde oluşabileceğini hep söyler dururlardı. Dolayısıyla daha yolun başında, hayata yeni merhaba diyen adanın yeni sakinlerinin kısa sürede ulaştığı konum doğrusu onları şaşırtmış gözüküyordu. Her ne kadar bu rengârenk manzara içerisinde gelişmiş ağaç ve gelişmiş hayvan türleri olmasa da, sonuçta ada da Amerika’da yaşayan bir karınca cinsiyle karşılaşmaları onları büsbütün çıldırtmaya ziyadesiyle yetmişti. Onlara çıldıra dursun, böylece yaratılışçıların ısrarla ileri sürdükleri canlıların yeryüzüne aynı anda çıktığı fikri bir kez daha teyit edilmiş oldu.
Malum yine bir ilginç araştırma konusu olan RNA’nın protein senteziyle alakalı bir molekül olduğu gerçeği bir kısım bilim adamları tarafından ortaya çıkarıldıktan sonra bu kez dikkatler protein sentezinin acaba hücrenin neresinde gerçekleştiği yöne çevrilir. İşte bu amaç doğrultusunda Henry Borsook, radyoaktif amino asit içeren bir maddeyi kobaya enjekte etmekle işe koyulur. Derken 30 dakika sonra hayvanı öldürüp karaciğerini şeker çözeltisinde karıştırdıktan sonra oluşan ekstraktı üç değişik hız ayarında santrifüj işlemine tabi tutaraktan çekirdek, ribozom ve mitokondrileri birbirinden ayırabilmiştir. En nihayet yaptığı analiz ve ölçümler neticesinde ise ribozomdaki radyoaktif amino asit miktarının diğer hücre kısımlarından (Mitokondri, çekirdek gibi) iki kat daha fazla olduğunu gözlemlemiş ve böylece aminoasitlerin ribozomlar üzerinde protein sentezini gerçekleşebileceğini ortaya koymuştur. Üstelik Boorsok 1950 yılında bu deneyi yaptığı zaman daha henüz ribozomların endoplazmik retikuluma bağlı olduğu bilinmiyordu.
Hakeza, Paul Charles Zamecnik ve arkadaşları, Boorsok’un izlediği yola benzer bir metotla fareyi uyuşturup karaciğerini vücudundan ayırıp ardından radyoaktif amino asit içeren bir çözeltiyi kuyruk toplardamarına enjekte etmişler. Sonrasında 2 ila 20 dakika arası bir zaman diliminde karaciğerden birer parça alarak asit miktar tayinini belirlemişlerdir. Derken netice itibariyle ribozomların her miligramına tekabül eden amino asit miktarının endoplazmik retikulumdan arta kalan proteinden 7 kat daha fazla radyo aktif aminoasit içerdiğini ölçümlemişlerdir. Böylece bu deneyle birlikte proteinlerin ribozomlar üzerinde gerçekleştiği kesinlik kazanmış oldu. Aslında Paul Zamecknik ve arkadaşları belli ki bu deneylerle proteinlerin ribozomlar dışında veya endoplazmik retikulumun başka kısımlarında da yapılıp yapılmadığını belirlemek amacını gütmüşler. Ancak yaptıkları deneylerle hücre içerisinde protein sentezinde asıl etken unsur olan yapıların başında çekirdek tahtında oturan DNA molekülü ile çekirdek, sitoplâzma ve ribozom hattı üzerinde mekik dokuyan mRNA’ın yanı sıra mesajları doğrudan ribozoma taşıyan tRNA molekülleri olduğu anlaşılmıştır.
Hücre yönetiminde hiyerarşi
Bütün canlıların esasını teşkil eden nükleoproteinler bir organik bileşik olup; nükleik asit ile bir veya birkaç proteinin birleşmesinden teşekkül etmişlerdir. Yani bu demektir ki, proteinler takriben 100 ila 3000 arası amino asitten meydana gelmiş organik moleküllerdir. Mesela en basitinden kan dolaşımına hayat veren aynı zamanda cana can katan diyebileceğimiz protein niteliğinde hemoglobin molekülünün 574 amino asit bileşiğinden oluştuğu belirlenmiştir. Düşünebiliyor musunuz kan dolaşımımızda milyarlarca kırmızı kan hücresinden sadece bir tanesinde 574 amino asit bileşenleri mevcuttur. Şayet tamamında bu sayı kaçtır derseniz hesaplatıldığında 280 milyonlu bir rakama tekabül eden hemoglobin proteinin varlığı ortaya çıkmış olur. Öyle ki gerek oksijenin kan yoluyla vücuda transferi, gerek yediğimiz gıdaların sindirilmesi, gerekse kanın pıhtılaşması gibi pek çok kimyasal hadiselerin gerçekleşmesi protein veya enzim içerikli proteinlerin varlığı sayesinde vuku bulmakta. Şu da var ki birçok araştırıcı hücre içerisinde vuku bulan birçok temel olayın çekirdek tahtında oturan DNA’nın bilgisi dâhilinde kodlandığında hemfikirdirler. Ancak yine de bu demek değildir ki DNA tüm hücre faaliyetlerini tek başına yürütmekte, bilakis kendi emri altındaki komite kademesiyle birlikte tüm hücre içi faaliyetlerin üstesinden gelinmekte. Kaldı ki DNA, kendi faaliyetlerini hücre içinde (sitoplazmada) değil, çekirdekte konumlanmış halde yürütmekte. Sahada at koşturanlar ise RNA, ribozomlar, endoplazmik retikulum gibi organellerdir. İyi ki de sahada varlar, bu sayede hücre faaliyetlerinin büyük bir bölümü bu söz konusu hücre elemanlarınca halledilmiş olmakta. Ve her daim iş başındalar da. Örnek mi? İşte mRNA molekül, DNA’dan aldığı talimatları en iyi şekilde saha elamanlarına ileterekten gereğinin yapılmasına vesile olması bunun en tipik misalini teşkil eder. Derken bu sayede mRNA vasıtasıyla iletilen direktifler karşısında olumlu tepki veren hücre içindeki saha elemanları protein sentezi olayına katkı sunmuş olurlar. Buna mecburlar da, zira hiyerarşik düzeninin emir komuta kademesinin en tepesinde Başbuğ Başkan DNA vardır.
DNA zincirinde yalnız bir tanesi RNA kalıbı olarak iş görür
Malumunuz hücre hiyerarşik düzeninin emir komuta kademesinin en tepesinde yürütmenin başı olan DNA, birbirine hidrojen bağlarıyla bağlanmış çift sarmal (spiral) bir yapı organelidir. Dolayısıyla sahada faaliyet gösteren hiçbir hücre elemanı genetik kartını kendi bulunduğu konumunun amacı dışında başka alanlarda kullanmasına izin verilmeksizin şifresine sadık kalaraktan faaliyet içerisinde bulunurlar. Nitekim DNA’nın çift sarmal zincir halkasının bir yakasından kopyalanan RNA, tek kalıp olarak iş görmekte. Öyle ya, şayet DNA zincirinin her iki yakası da RNA kalıbı olarak görev yapsaydı, ya her gen birbirinin komplementeri iki tane RNA kopyalanması vuku bulması gerekecekti ya da bu durumda halkaların her biri birbirinden ayrı iki tane protein sentezine yönelik bir başka kopyalanma gerekecekti. Görünen o ki; genetik kartlar her bir genin yalnız bir tek proteini denetlediğini göstermekte. Bu görünen duruma göre ya DNA zincirinde bir tanesi kopya edilmeli ya da iki komplamenter RNA kopası yapılacaksa da bunlardan yalnız bir tanesi fonksiyonel olmalıdır. Ki; bunlardan ilki daha akla yatkın gelmektedir. Nitekim bu durum Bacillus Subtilis bakterisine ait hücrenin yönetiminde sentez edilen RNA’nın incelenmesiyle daha da bir netlik kazanmıştır diyebiliriz.
Protein sentezinde mRNA’nın aracılığı
Protein sentezi gerçekleştirmek üzere kromozomlardan yola çıkan yönetici genlerden tarafından gönderilen talimatlar veya RNA alfabesinde A-U-G-S şeklinde kopyalanmış yazılı fermanlar mRNA aracılığıyla gereği yapılmak üzere ribozoma iletilirler. Tabii bu noktada ribozomlar kendi hal lisanıyla “Ferman padişahındır başım üstüne” deyip derhal gereğini yapmak üzere hemen her çeşit protein moleküllerin oluşumunda misyon yüklenmiş olurlar. İyi ki de bu iş ribozomların omuzları üzerinde yürümekte, zira ribozomlardan üretilmesi istenen protein çeşidi ne ise, mRNA'dan gelen yazılıma sadık kalaraktan o yönde protein sentezi gerçekleştirilmiş olunuyor. Malumunuz DNA’dan aldığı emirleri iletmekle vazifeli olan mRNA molekülü, eline aldığı yazılı fermanı, 5 uçlu kodunla ribozom barkot cihazından okutturmak suretiyle iletişimini gerçekleştirmiş olur. Hatta mRNA şeridinin ribozom üzerinde özel noktaya yapışmış olan tRNA (taşıyıcı RNA) kodonuyla da kontak kurmayı ihmal etmez. Kontak kurmaya mecbur da, çünkü mRNA bir kodon boyu ilerleyerek kendine uygun tRNA ile eşleşmek durumundadır. Böylece mRNA bir yandan üstelendiği mesajları hızlı bir şekilde ribozomdan geçirirken diğer taraftan da ribozomun yardımıyla kendine uyan tRNA kodonunu hizaya getirmiş (sıraya getirmiş) olur. Bu arada tRNA’nın uçlarında konumlanan aminoasitlerde kendi aralarında sıralanmış olur. İşte sizde görüyorsunuz ya, emir büyük yerden geldiğinde bir anda akan sular durur misali elinde taşıdığı fermanla A’dan Z’ye her hücre birimi sıralı bir şekilde dizilip hizaya geçmiş olur. Böylece bu sayede tRNA vasıtasıyla aminoasitlerin sıralanmasına aracılık eden moleküllerin mRNA üzerinde bulunan 64 çeşit kodonla birlikte bunlara uyan aminoasitlerin hangilerinin olacağı noktasında fermanın gereği yerine getirilmiş olunur.
Bir mRNA molekülünün arka arkaya ribozomdan geçiş serüveni
Anlaşılan o ki mRNA elinde ki yazılı fermanla ribozomdan diğer bir ribozoma çok rahatlıkla geçişler yapmak suretiyle kendi uç noktadaki kodonunu bağlayaraktan aynı anda ikinci bir protein molekülün sentezini başlatabiliyor. Tabiî ki sentezlenme hadiseleri bunlarla sınırlı değil, dahası var. Şöyle ki; her bir yazılım ribozomlardan bir barkod okuyucusundan geçercesine sıralı diziler halde geçmesiyle birlikte protein sentezinden maksat hâsıl olmuş olur. Zaten hücre sitoplazmasında birbirlerine yakın mesafelerde ribozomlar konumlandığı içindir mRNA bu noktada ribozomlar arası geçişlerle birlikte yeni ribozom gruplarının oluşmasına vesile olur ki, işte bu türden çoklu gruplara poliribozom (polizom) denmektedir. Şurası muhakkak poliribozomun varlığı protein sentezinin hız kazanması demektir. Böylece bu hız kazanması sayesinde az sayıda mRNA’dan çok sayıda protein sentezinin gerçekleşmesi mümkün hale gelebiliyor.
Protein sentezinde DNA enformasyonun amplifikasyonu
Protein sentezi bir gene ait enformasyonun çekirdek içerisinde başlayan DNA yazgısından mRNA yazgısına ve oradan da ribozom üzerinde polipeptit yazgısına tercüme edilme hadisesidir. Böylece bu üç yazgı hem kendi içinde hem de kendi dışında bilgi paketi şeklinde birbirine zincirlemesine devam eden enformasyon nitelik taşıyıp böylece birinden diğerine tercüme edilerek gerekli yerlere ulaştırılmış olur. Derken başlangıçta bir genlik enformasyon sonraki aşamalarda ortalama her dakikada bir adet mRNA üretilerekten kat be kat artış kayd ederek yatağından akıp gider. Ta ki kurulu saat misali mRNA molekülünün 240 dakikalık ömür süreci dolar, işte o zaman mRNA artık çalışamaz duruma gelip yerine yenileri dolduracaktır. Zaten tabiat boşluk kabul etmez ilkesi bunun gerektirir. Ne de olsa 240 dakikalık ömür boyunca aynı genden aldığı enformasyonla 240 adet mRNA olarak çoğalmakla vazifesini yerine getirmiş durumda, artık gözü arkada kalmayacak bir şekilde ölüm bir noktada onun için ahiret dirilişi bir muştu olacaktır. Böylece nöbeti devralan çiçeği burnunda yeni mRNA molekülüne karşılık gelen en yaşlı mRNA öleceğinden hücrede aynı enformasyonu taşıyan 240 mRNA’lık popülasyon genetiği dengesi korunmuş olur. Sadece korunmuş mu oluyor? Hiç kuşkusuz bunun yanı sıra ne bir eksik ne bir fazla mRNA’nın yüklendiği bu gen enformasyonu tRNA aracığıyla taşınaraktan ribozomlar üzerinden işlenip böylece bir denge halinde polipeptit yazgısına çevrilmek suretiyle yol alınmış olunur. Dile kolay, protein sentezi bir noktada tercüme faaliyeti işi olduğundan 20 harflik alfabeyle 10 ila 100 arasında amino asit içeren polipeptit yazılım dizilimi gerçekleşebiliyor. O halde harf yazılımı deyip es geçmeyelim, zira her bir harf yazılımı RNA yazgısında 3 harfli kodonluk bir kelime yazılımının yerine geçmektedir. Bu bir anlamda dört harfli insan DNA’sında harflerin çiftler halde birleşip mRNA’ya geçmesi demektir, oradan ribozom üzerinden polipeptit zincirine tercüme edilmesi demektir, akabinde ise oksitosin ve vazopressin polipeptitlerin meydana gelmesi demektir. Gerçekten de harf yazılımları es geçilecek türden sanat eserleri olarak sergilenmiş gibi durmuyor, sizde görüyorsunuz ya, tek bir harften üretilmiş bir yazılımın hücre faaliyetlerin de ne büyük işlere mührünü vurduğunu az çok bu satırların mana ve ruhundan fark etmişsinizdir zaten. Öyle ya, nasıl ki 29 harflik alfabemizden makaleler, hikâyeler, romanlar, ansiklopediler gibi her türden harika sanat neşriyatlarının tesadüfen meydana gelebilmesi için bir dünya ömrünün yetmeyeceğine göre, 20 harflik amino asit alfabesinden ise polipeptit yazılım eserlerinin tesadüfen meydana gelebilmesi içinde, değil bir dünya ömrünün, bir kâinat ömrü de yetmeyecektir. İşte tüm bu gerçekler ortada iken bugün olmuş halen birileri çıkıp bir insanın 46 kromozomuna denk düşen 1 milyon sayfalık bilginin tesadüfen meydana geldiğinden dem vuruluyorsa, Abdurrahim Karakoç’un ifadesiyle bu tamamen aklın karaya vurma halinden başka bir şey değildir
Protein Sentezinde yardımcı enzimler ve enerji ihtiyacı
DNA; protein yapısında birtakım enzimlerin yardımı sayesinde eşleşebiliyor. Aynı zamanda buna paralel olarak kendisine yardım eden enzimlerin varlığı da DNA bilgilerinin kontrolü altında gerçekleşmekte. Bu durum bir çelişki gibi görünse de ikisinin de aynı anda var olması gerektirecek şekilde yaratılış kodlanmasına tabii tutuldukları ortaya çıkıyor. Yani DNA’sız protein kodlanması olamayacağı gibi, proteinsiz de DNA kodlanması olamayacağı manasına var oluş demektir bu. Dolayısıyla son derece karmaşık hiyerarşik bir yapının baş komuta kademesinde ki DNA ve onun elçisi konumunda RNA işbirliği sayesinde gerçekleşen protein sentezinin tesadüfen meydana gelmesi asla ve kat’a mümkün gözükmemektedir.
Bilindiği üzere genetik programlamalar bin ciltlik kütüphaneyi içine alacak kapasitede bir veri tabanı alanına sığdırılacak derecede gen enformasyonları kayıt edilirler. Üstelik kayıt altına alınan gen enformasyonlar, üçlü harf veya üçlü kodonlu bir yazılımlar eşliğinde bilgi işlem belleklerinde milyarlarca bitlik birimine sığdırılacak şekilde dizilip hafıza kartlarında saklı tutulmaktalar. Örnek mi? İşte insan genomunun tekbir hücresinde tüm genetik özelliklerin kodlandığı 46 kromozomlu bilgiler 46 ciltlik dev bir ansiklopediyi dolduracak kapasitede bir belleğe sahip olması bunun bariz bir örneğini teşkil eder. Bu örnekten de anlaşıldığı üzere her bir cilt 20 bin sayfaya karşılık gelmekte. Düşünsenize söz edilen sadece tek bir hücre için karşılık gelen rakamdır bu, birde bunu insan vücudunu oluşturan trilyonlarca hücreye döktüğümüzde ortaya telaffuzu zor ifade edilecek rakamlarla karşılaşacağımız muhakkak. Ne diyelim, insan genomu kütüphanesinde de görüldüğü üzere ortada dudak uçurtan cinsten rakamlar vücudumuzun her alanında milimikron seviyelerde çepeçevre sarmışken hala bir takım aklı evveller bu duruma tesadüf diyorlarsa pes doğrusu. Üstelik trilyon rakamlı alanlarda israf ve savurganlıkta yaşanmaz. Nitekim Başbuğ Başkan DNA, hücrenin tamamı üzerinde fonksiyonlarını yürütürken hiyerarşik yapı içerisinde kendisine bağlı her bir etken birim unsuru ihtiyaca göre belirler. Öyle ki herhangi bir hücre içerisinde ihtiyaçtan fazla kimyasal ürün üretildiğinde bir enzim marifetiyle bu durum ya ilk inhibisyonla, ya mRNA üzerinde ikinci inhibisyonla, ya da mRNA üzerinde son inhibisyonla giderilir.
Protein sentezinin yarıda kalmasını önleyen son kontrol mekanizması
Ribozomlar kendilerine gelen mRNA molekülü üzerinde yazılı gen enformasyonuna dayanarak yüzlerce, on binlerce, hatta yüz binlerce amino asit molekülünü birbirine ekleyip istenen tipte polipeptit protein molekülü imal edebiliyorlar. Üstelik bu söz konusu polipeptit molekül içerisine mRNA’da mevcut olmayan plan dışı fazladan aminoasit ilavesine de izin verilmez. Zaten plan dışı herhangi bir program eklenmeye kalkışıldığında istenilen tipte protein üretilmemiş olacaktır. Bikere adı üzerinde yabancı protein, enjekte edildiğinde hücrede birtakım yan etkiler bırakmanın yanı sıra organizmada aşırı antikor oluşumuna ve alerjik durumlara da neden olabiliyor. Öyle anlaşılıyor ki, ribozom kendisine sipariş edilen molekülü tam kapasiteyle çalışan bir fabrika misali ince eleyip sık dokuyaraktan ürününü öyle imal etmekte. Ribozom fabrikasına sipariş edilen molekülün işleniş planı ise mRNA tarafından hazırlanmaktadır. Örneğin, 20.000 amino asitlik hammaddelik protein molekülünü yapacak bir mRNA’nın ribozom imalathanesinden geçtiğini düşünelim. Hatta hücre içerisinde aynı anda binlerce mRNA mesajların on binlerce ribozom tezgâhı üzerinde harıl harıl çalışıp aynı anda protein sentezini yapacakların varsaydığımızda buna bağlı olarak aminoasitlerin tükenmesiyle birlikte bir takım aksiliklerin ortaya çıkması kaçınılmaz hal alabiliyor. Neyse ki, hücrenin yaratılış kodlarındaki mükemmel donanım oluşabilecek muhtemel aksiliklere karşı da tedbirsiz değildir. Öyle ki, gözden kaçabilecek türden diyebileceğimiz bir iki istisnai vakalar dışında herhangi bir nedenle yanlış kodlanmış bir protein molekülü hücre içerisinden dışarıya çıkarılmasına da geçit verilmez. Kaldı ki, üretimi gerçekleşecek olan bir protein molekülü kalıp olarak son aminoasit bandına girdiğinde bu iş burada bitmiştir denilecek noktada bile “tamamdır” onayı hemen gerçekleşmez, mutlaka son kontrollerinin yapılması da gerekir ki, işlem tamamlandı denip onay verilmiş olsun. İşte hücre hiyerarşisi kontrol sistemi böyle bir şeydir, her halükarda son anda bir eksikliğin olabileceği göz önünde bulundurularaktan tüm kontrol mekanizmaları devreye sokulup “Yanlış hesap Bağdat’tan döner” misali plan dışı bir molekülün ortama salıverilmesinin önüne geçilmiş olunur. Şayet son kontroller yapılmayıp müsamahakâr bir sınırsız hoş görüyle göz yumulursa bir noktadan sonra hemen her şeyin çığırından çıktığı hücre anarşizmine yol açacağı muhakkak. Derken hücrenin kanserleşmesi ya da ölümü vuku bulacaktır. Dolayısıyla buna önlem olarak normal ve sağlıklı bir hücrede yabancı moleküller derhal bir enzim marifetiyle bertaraf edilip böylece mevcut hücre içi hiyerarşik yapının güvence altına alınmış olur. Öyle ki; bu yıkıcı enzim hücre nizamının tesisi adına harici molekülün tümü üzerinde birçok peptit bağlarını koparacak güçte vazife görmektedir. Hatta söz konusu enzim harici molekülü aminoaside veya zararsız küçük polipeptit haline çevirebilme kabiliyetinin yanı sıra yeni protein sentezinde kullanılacak yapı taşları halinde serbest hale de getirebiliyor.
Peki, tüm bu anlatılanlardan hücre hiyerarşisi yüzde yüz tam güvencededir diyebiliriz miyiz? Hiç kuşkusuz her şeyde olduğu gibi hücre içinde her şey yüzde yüz güvence altındadır demek fazla iddialı söylem olur. Sonuçta ortada çok karmaşık hiyerarşik bir düzen içerisinde protein sentezine yönelik harıl harıl bir çalışma söz konusudur. Dolayısıyla sürekli devri daim yapıda işleyen bir mekanizmanın kendi iç kontrol mekanizmaları protein sentezi sırasında doğabilecek bazı aksaklıkları gidermeye ve muhtemel zararları önleme kapasitesi kâfi gelmeyebilir de. Nitekim kimi zaman bir bakıyorsun aminoasit eksikliği yüzünden her hangi bir protein molekülünün oluşumu tamamlanamıyor. Bu durumda illa ki eksikliği giderecek tamamlayıcı bir sistemin devreye girmesi gerekir. Ama nasıl? Eksikliğin telafisi için her şeyden önce mRNA’yı kopyalamış olan gen (DNA) tarafından aynı tipte başka mRNA moleküllerinin yapılmaması gerektiği gibi yapılmış olanların da toplatılıp yok edilmesine yönelik kontrol sisteminin de devreye girmesi gerekir ki bu mesele halledilmiş olsun. Yok, eğer böylesi kontrol sistemi devreye girmezse ribozomlar protein sentezine yönelik hiç yoktan boşuna çalışmış olacaklardır. Kaldı ki, hücrenin ne boşa harcayacak zamanı vardır, ne de boşa harcayacak enerjisi. Nitekim proteinlerin oluşumunda peptit bağlarıyla bağlanmış amino asitlerin dizilimi 1 ATP’lik enerjiyle, yani 8000 kaloriyle işler hale gelmektedir. Bu nedenle milyonlarca peptid bağının yapboz misali yeniden kurulup inşa edilmesi gibi lüks bir enerji kaybına müsaade edilmez. Eğer müsaade edilirse açığa çıkan ısı enerjisi hücrenin ölümüne yol açacaktır.
Evet, hücre hiyerarşik düzeni içerisinde gerçekleşen protein sentezi hadisesi mükemmel bir organizasyon ve akıl dolusu kusursuz bir kontrol mekanizmasıyla yürütülmekte. Baksanıza Mendel deneylerinin ortaya koyduğu gerçek şudur ki; DNA zincirinde oluşan herhangi kusurlu hastalıklı bir gen, icabında yedi göbek kalıtsal bir hastalık olarak geçiş yapabiliyor, ama bir yere kadardır, bir noktadan sonra DNA’nın zincir halkalarının yakasından düşüp bir şekilde sonlandırılabiliyor. Derken “Herkes aslına çeker” misali her şey aslına rücu etmiş olur. Yine de kusurlu ve maraz yapılı genlerin güçlenmemesi adına akraba evliliklerinden şiddetle kaçınılmasında fayda vardır.
Bilindiği üzere hayat biyokimyamızda yaşanan tüm eyleme dönüşecek tüm plan ve programlamalar DNA’nın öncülüğünde RNA’ya kopyalanır, sonrasında kopyalanan mesajlar sitoplazmaya aktarılaraktan ribozomlar üzerinde gelen mesajlar bir daha yakamızdan düşmeyecek bir şekilde genetik enformasyonu hazinesine dönüşürler. Derken hücrelerimize işlenen genetik enformasyon kodları sayesinde biyokimyamız hayat bulmuş olur. Hem nasıl biyokimyamız hayat bulmasın ki, bikere insan vücudunun temel dinamikleri hücrelerden vücut bulmuştur. Hücrelerin temel dinamiklerinin harcında ise proteinler vardır. Protein sentezinin temel dinamiklerini oluşturan genetik enformasyon kayıtları da malum DNA’nın bünyesinde kodludur. İşte genetik enformasyon kayıtlarının DNA’da kodlu olarak bulunması bir anlamda insanın yaratılış mayasındaki temel kodlarında DNA’dan vücut bulduğunun bir göstergesidir. İnsan vücudunun temelleri Kur’an’da mealen zikredilen “İnsanı yaratmaya çamurdan başladı” (Secde, 7) ayetiyle teyit edilen çamur DNA ile kodlanıp yoğrulmaya bir görsün, bu kodlanmış en temel bilgiler RNA’ya kopyalanıp yeni bilgiler ile sürekli hücre içerisinde yenilenerek nesilden nesile aktarılır da.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz ya, protein sentezi DNA bünyesinde kodlu olan bilgiler, mRNA aracılığıyla hücre hiyerarşisinde birbirine zincirleme belirli kodlanmış diziler halinde belli başlı hücre birimleri üzerinden yardımlaşarak gerçekleşmektedir. Ki, bu kodlu diziler “gen” kodonları olarak anlam kazanır. Gen kodonları günü geldiğinde “Ol” emri doğrultusunda kendine uygun bir zamanda, kendine uygun hücrelerde protein sentezi için var olup, proteinlerin hücrelerde aktifleştirilmesi ya da pasifleştirilmesi noktasında karar verici konumda at koştururlar. Belli ki zincirleme yardımlaşmaksızın adeta kendi başına buyruk kesilip bireysel ve bağımsız tutum içerisine giren hücre yapıları mikroplara has özgü bir durum gibi gözüküyor. Ancak yine de gelişmiş yapıda canlıların bünyesinde kimi zaman hücre topluluğunun nizamına aykırı tutum içerisine giren bir takım başıboş hücreler vardır ki, malum bunlar hepimizin korkulu rüyası olarak addettiğimiz kanser hücrelerinden başkası değildir. Hani ikide bir toplum bilinci kazanmak adına sıkça toplum kurallarından bahseder dururuz ya, aslında toplum bilinci sadece sosyal hayata has kurallar bütünü değil, insan, bitki ve hayvan genomu hücreleri içinde geçerlilik arz eden kurallar bütünüdür. Nitekim hücreler arası her bir hücrenin bir diğer hücre ile kontak kurup birbirleriyle iletişime geçmeleri bunun bariz örnek kuralını teşkil eder. Hücre iletişimi, aynı zamanda hücre hiyerarşi halkalarında konumlanan her bir hücre biriminin grup bilinci içerisinde toplumsal enformasyona tabii olduklarının da bir göstergesidir. Gerçekten de hücre bilimi olarak addedilen sitolojinin önümüze koyduğu verilere baktığımızda, meğer toplumsal enformasyon ya da topluluk bilinci sırf insan hücrelerine has iletişim bütünlüğü değil, hayvan ve bitki hücreleri içinde geçerlilik arz eden iletişim bütünlüğüdür. Yani bu demektir ki, ister insan, ister bitki, ister hayvan hiç fark etmez, canlı âlemin bütününde grup enformasyonu üst dorukta olup, grup enformasyonun gereği olarak her bir hücre elemanı harıl harıl çalışmakta da. Tâ ki hücre elamanları yaşlanma sürecine girer, bu durumda eylemsiz hale gelen hücre birimlerinin yerine yenileri grup enformasyonuna dâhil olup böylece iletişim döngüsü devam ettirilmiş olur. Ama bu demek değildir ki, yeniler gruba dâhil oldular diye eskiler büsbütün tası tarağı toplayıp ortadan toz olacaklar, gerektiğinde eylemli gruba dâhil edilmek üzere ihtiyaten takviye güç olarak yedekte tutulur da. İhtiyaç fazlası durumlarda ise malum gerek duyulmayacağından eylemsizleştirilip elimine edilirler. Hele bir hücre elden ayaktan düşmeye bir görsün, kendi hücre bölünmesini gerçekleştirmede durağanlık yaşayacağı muhakkak. Ne diyelim ihtiyarlık bu ya, icabında yaşlanan bir hücre için ölüm kaçınılmaz alın bir yazısıdır. Zaten yaratılış kanunlarında her doğan ölmek için vardır, her ölen dirilmek için vardır. Ölenin yerini yeni doğmuş genç hücreler dolduracaktır. Yeniler de, eski ağabeylerinden devr aldıkları genetik enformasyonun kodlarına sadık kalaraktan mensup olduğu hücre hiyerarşisinin bulunduğu kademede kendisine ne görev verildiyse onu yapmak durumdalardır. Zira emir büyük yerden gelmekte. O halde hücre hiyerarşisinin başkomutanının emir ve direktifleriyle şifrelenmiş tüm gen enformasyon kodları RNA aracılığıyla kendilerine sinyaller halinde iletildiğinde asla duyarsız kalınmayıp, her biri hiyerarşik düzene mümkün mertebe itaat etmek zorundadırlar. Hiç kuşkusuz tüm bu hiyerarşik itaat zinciri hücre içi toplumsal enformasyon mekanizmaları sayesinde işlerlik kazanır da. Teşbihte hata olmasın hücre içerisinde kısmen de olsa kusur babından, hatta unutkanlık türünden diyebileceğimiz itaatsizlik halleri de görülebiliyor. Ki, bu tamamen vücudun protein sentezleme kabiliyetinin yitirmesi ya da işlerliğinin durağanlaşmasıyla alakalı bir durumdur. Nitekim protein sentezi durağanlaşmaya başladıkça yeni devreye girmesi gereken işlemler eskilerden daha çabuk unutulur hale gelebiliyor. Nasıl ki hatasız kul olmazsa, hatasız ve kusursuz hücre de olmaz elbet. Hem kaldı ki düşüp kalkmama durumu sadece Allah’a mahsus bir sıfattır, bu yüzden başlangıçta mükemmel olarak yaratılan hemen her şeyin zaman içerisinde orijinalliğinden bir şeyler kaybetmesi son derece gayet tabii bir durumdur. Nitekim başlangıçta her yaratılan canlı varlık Kur’an’da belirtilen “Kun-Feyekûn” anlamında “Ol der, derhal olur” ilahi emrin gereği olarak kendi vücut donanımını denge üzerine koruyabilecek kabiliyete haiz canlı varlıklar olarak yaratılmışlardır. Ki, bu söz konusu denge ayarı fen bilimlerinde ‘homeostasis’ kavramıyla ifade edilir. Dahası en küçük bir canlı varlıktan tutunda cansız maddenin en küçük birimi atomun yapısına kadar Yüce Allah’ın ilim ve kudret tecellilerini dış etkenlerden bağımsız olarak kendi iç donanımlarını dengede tutabilme kabiliyetine ve donanıma sahiplerdir. Hakeza beşer olarak kendi iç donanımıza baktığımızda ise vücut sıcaklığı, kan basıncı, nabız atımı, kan şekeri gibi bir dizi denge ayar istasyonlarımızın olumsuzluklar karşısında kendi iç dinamiklerini kullanaraktan koruma çabası içerisine girdiklerini görmekteyiz. Hele başlangıcımızda orijinal olarak yaratılmış denge ayarlarımız alarm vermeye bir görsün, bu durumda orijinal hayat biyokimyamızın biranda alabora olması an meselesidir. Nasıl mı? Mesela vücut hararetinin 36,5 santigrat derecede olması gerekirken 40 santigrat derecelere çıkması, ya da kan şeker düzeyinin % 90 ila 110 mili gram seviyelerde olması gerekirken 250 miligram seviyelere yükselmesi gibi sinyaller tam da vücut biyokimyamızın alabora olacağının işaret taşı alarmlarıdır bu. İşaret taşı alarmlar doku ve organlar boyutunda lokal olabileceği gibi tüm vücudu saracak küresel boyutta alarm da olabiliyor. Hakeza alarm meselesine birde hücre boyutunda baktığımızda herhangi bir hücre düşünün ki, diğer hücrelerden ayrı hareket edip toplumsal enformasyonunu yitirdiğinde, o hücrenin kendi sonunun hazırlaması yönünde alarm verip kontrolsüz bir şekilde hızla metastaz yapıp kanserleşme yönünde alarm vermesi kaçınılmazdır. Bir başka ifadeyle sessizliğin habercisi diyebileceğimiz hastalık belirtilerin ta kendisi vücut biyokimyamız hızla kontrolden çıkaraktan düzensiz çoğalmalar baş gösterecektir. Bunun sonucu olarak da ister istemez vücut içerisinde içerisine hücre anarşizmi (sarkom) vuku bulup önce dokular, sonra organlar ve ardından da tüm vücut kanser hücrelerinin istilasına uğrayaraktan bir noktada kendi ölümünü seyretmiş olacaktır. Tabii bu seyretme hadisesi sadece kontrolden çıkmış kanser hücrelerine özgü bir durum değil, gerek kişi bazında, gerek aile bazında, gerekse toplum bazında sorumluluklar dejenere olduğunda tıpkı kanser hücrelerinde olduğu gibi devletleri de içten içe kemiren vahim durumlar içinde geçerlilik arz eden çöküş örnekleriyle karşı karşıya kalacağız demektir bu. Hem nasıl ki insanlar doğar, büyür, gelişir ve sonrasında ihtiyarlayıp toprak olur ya, aynen öylede devletlerde baki değildir, doğarlar, gelişirler ve en nihayetinde tarih sahnesinden çekilmiş olur. Nitekim bu sosyolojik gerçek Kur’an’da “Hîn” kavramıyla geçici sınırlı zaman dilimleri şeklinde vurgulanırken, “ed-dehr” kavramıyla da mutlak ve sınırsız zaman dilimlerinin işleyişine dikkat çekilerekten vurgu yapılır. Dolayısıyla her ne kadar Osmanlı “Devlet Ebed Müddet” idealiyle üç kıtada hüküm sürse de, nihayetinde “Hîn” durum, yani hükmünün ancak 600 senelik bir zaman dilimiyle vaktin tayininin sınırlı olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. İşte, Yüce kitabımızda “Hakikat şu ki, insan; daha henüz kendisi hiç anılmayan ve tanınmayan bir şeyken (yaratılmışken; üzerinden binlerce asırlık çok) uzun zamanlardan (“dehr”den) bir süre (hin) gelip geçmedi mi? ” (İnsan Suresi, 1) diye zikredilen ayetin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere:
-Dehr kavramıyla sonsuzluğu vurgu yapılaraktan insanın daha henüz yaratılmadan çok uzun zamanlarda tüm kâinatın işleyişinin var olup ebed müddet özellik kazandığı manasına gelebilecek “insanın yaratılış tarihi itibariyle henüz anılmaya değer bir şey olmadığı” kelamıyla karşılık bulurken,
-Hîn kavramıyla da gelip geçiciliğe vurgu yapılaraktan insanın bir dönemin yaratılış sıfatıyla özellik kazandığı manasına gelebilecek “bir dönem (süre) gelip geçmedi mi” diye sual edilen kelamla karşılık bulur. Ki, bir süre gelip geçmedi mi sualinin cevabı da sualin sonunda ki soru ekini kaldırdığımız da “bir dönem gelip geçmiştir” ifadesiyle cevabı verilmiş olur zaten.
Derken birincisinde (Dehr’te) insanın yaratılış öncesinde planlanmış kodlanmış ve programlanmış ebed müddet âlem vardır, ikincisinde (Hîn’de) ise insanın yaratılış sonrasında planlanmış kodlanmış, programlanmış ve her şeyin eyleme geçtiği, ancak vakti tayin müddeti bittiğinde yerini kıyamet gününe bırakacağı fani evren ve fani dünya vardır.
Velhasıl-ı kelam; tüm bunlardan da öte DNA ile birlikte Hayy’den gelip Hû’ya gideceğimiz ebedi vuslat hayat vardır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-g ... ose-yazisi
Cevapla

“Makaleler” sayfasına dön