Tasavvuf İlminin Ortaya Çıkışı
Ahmet SAFA 86. Sayı / KAPAKTAKİLER
Saadet Devrinin en belirgin vasıflarının başında zühd, takva, tefekkür ve marifetullaha dayalı hayat tarzı gelir. Hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamber s.a.v. her hususta olduğu gibi bu hususlarda da gelmiş geçmiş bütün insanların en mükemmeli idi.
Sahabe ve Tabiûn hazretleri zamanında tasavvuf adıyla ortaya çıkan herhangi bir ilim veya dinî bir akım yoktu. Aynı şekilde Tefsir, Fıkıh, Kelâm... adlarıyla tasnif edilmiş temel islâmî ilimler de mevcut değillerdi. Dolayısıyla bu ilimlerle irtibatlı olan amelî ve itikadî mezhepler ortaya çıkmamışlardı.
Fakat gerek tasavvuf ve gerekse temel islâmî ilimlerin hepsi o devirde bir bütün olarak ve canlı bir şekilde yaşanıyordu. Sofilik tatbikatta vardı, fakat adı konmamıştı. Yoksa bazılarının zannettiği gibi sonradan ortaya çıkmış değildi. Zaten Saadet Devrinde ilimler birbirinden henüz ayrışmamışlardı. Hepsi bir bütün olarak İslâmı oluşturmaktaydılar.
Asr-ı Saadette temel islâmî ilimler
Sahabe-i Kiram hazretleri, itikadî konularda Kuran ne buyurmuş, Allah Rasulü s.a.v. neyi haber vermişse ona harfiyen iman ediyorlardı. İman hakikatlerini daha ziyade naklî delillerle ve gayet sade bir biçimde tebliğ ediyor, müşriklerin iman etmelerine vesile oluyorlardı. Fakat bu hakikatleri ihtiva eden ilme münhasıran Kelâm ilmi demiyorlardı. Zaten onların sade, berrak anlatımları içinde felsefe yoktu. Asr-ı Saadet müslümanları henüz doğu ve batı kaynaklı felsefeyle yüzleşmemişlerdi. O yüzden itikadî konuları felsefî bir üslupla anlatan Kelâm İlmi diye bir ilim mevzubahis olamazdı.
Fıkhî konularda da durum bundan farklı değildi. Mesela namazın nasıl kılınacağını, zekâtın hangi maldan ne kadar verileceğini, alışverişle ilgili hükümleri o günkü müslümanlar Kuran-ı Kerimden ve Hz. Peygamberden öğrenerek tatbik ediyorlardı. Fakat İslâmın sadece ibadet ve muamele ile ilgili konularını mevzu edinen; sistemli, metotlu, müstakil bir Fıkıh ilminden söz edilmiyordu.
Tefsir İlmi de Kelâm ve Fıkıh İlmi gibi tasnif edilmiş değildi. Fakat Kuran ayetleri nazil olur olmaz Hz. Peygamberin emriyle vahiy kâtipleri tarafından yazılıyor ve hafızlar tarafından ezberleniyordu. Çok sayıda Kuran hafızı yetiştirilmişti. Öyle ki, Yemame harbinde şehit olan Kuran hafızı sahabilerin sayısı beş yüze yakındı. Bu hadise üzerine Hz. Ebubekir r.a.ın hilafeti zamanında Kuran-ı Kerim sayfaları toplatılarak mushaf haline getirilmiş, bu nüsha Hz. Osman r.a. zamanında da çoğaltılmıştı.
Hadis ilminde ise, durum biraz daha farklıydı. Batılı müsteşrikler ve onların tesiri altında kalan müslüman yazarların iddialarının aksine, hadis-i şerifler Hz. Peygamber s.a.v.in sağlığında bazı sahabiler tarafından Kuran gibi yazılıyor ve ezberleniyordu.
Gerçi Allah Rasulü s.a.v.in mübarek sözlerinin yazıldığını beyan eden hadislerin yanı sıra, yazmayı yasaklayan haberler de vardır. Fakat son devrin büyük hadis alimlerinden Ahmed Muhammed Şakirin de ifade ettiği gibi, yazmayı yasaklayan haberler sonradan neshedilmiş, yani yazma işi serbest bırakılmış veya Kuranla karışacak şekilde aynı sahifeye yazılması önlenmişti.
Bu hakikati doğrulayan çok sayıda haber vardır. Meselâ İbn-i Saadın Tabakatında belirtildiğine göre, Sahabe-i Kiramdan İbn Abbas r.a. vefat ederken geriye bir deve yükü kitap bırakmıştı. Bunlar ekseriyetle Hz. Peygamber s.a.vin hadislerini ve Sahabe kavillerini ihtiva eden kitaplardı.
Bütün temel islâmî ilimlerin ana kaynağının Kurandan sonra Sünnet olması hasebiyle, hadislerin Hz. Peygamberin sağlığında kayda geçirilmesi büyük önem arz etmekteydi. Daha sonra bu yazılı belgeler toplanıp konularına ve sıhhat derecelerine göre tasnif edildikten sonra büyük hadis mecmualarını oluşturacaktı. Sonra da ayet ve hadislere istinat eden Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm ve Tasavvuf gibi ilimler ortaya çıkacak ve sistemli birer disiplin haline geleceklerdi.
Saadet Asrında müslümanlar içtihat da ediyorlardı. Sahabe-i Kiram hazretleri dinî konularda birbirlerinden farklı görüşler serdedebiliyorlardı. Mesela Hz. Peygamber s.a.v. bir konuda ashabıyla istişare ediyor, görüşlerini alıyordu. Ortaya çıkan görüşler bazen Allah Rasulünün içtihadından farklı olabiliyordu. Ama buna dayalı olarak ayrı bir mezhep ortaya çıkmıyordu. Çünkü her şeye son noktayı koyan Hz. Peygamber s.a.v. idi. O, vahyin kontrolünde ve vahiyle iç içe idi. Hâşâ yanlış yapması hiçbir şekilde söz konusu olamazdı.
Asr-ı Saadette tasavvuf
Saadet Devrinin en belirgin vasıflarının başında zühd, takva, tefekkür ve marifetullaha dayalı hayat tarzı gelir. Hiç şüphe yok ki, Hz. Peygamber s.a.v. her hususta olduğu gibi bu hususlarda da gelmiş geçmiş bütün insanların en mükemmeli idi.
Sahabi efendilerimiz de bu mevzuda peygamberlerden sonra en üst tabakayı oluşturuyorlardı. Tasavvuf ve tarikatın adı geçmemekle birlikte, en canlı tasavvufî yaşayış onların zamanında idi.
Nazil olan ayet-i kerimeler müminlerin gönül ve tefekkür dünyasında büyük vakumlar meydana getiriyor, nazarlarını Allaha çeviriyordu. Kuran ve hadiste tasavvufun esasını teşkil eden konulara çokça yer verilmişti. İman, kalp, tevbe, zikir, ihlâs, takva, nefs, tezkiye, mücahede, muhabbet, haşyet, sabır, şükür, tevekkül, rıza, fakr, ilm-i ledün, kibir, riya, haset gibi konular bunlardan sadece bazılarını teşkil ediyordu.
Sahabe-i Kiram hazretleri Kuran-ı Kerimden okudukları bu konuları önlerindeki Mürşid-i Ekmele bakarak yaşıyorlardı. Onun sohbetinden aldıkları feyizle amel ediyor, nefslerini kibir, ucub, riya gibi bilumum hastalıklardan temizliyorlardı. Zikrin nuruyla kalplerini cilalayıp safileştiriyor, nafile amellerle sürekli yükseliyorlardı. Böylece ruhları kemale eriyor, tefekkür dünyaları zenginleşiyor ve marifet nurları kalplerinde tecelli ediyordu.
Allah Rasulü s.a.v. Kuran ahlâkına sahipti. Allaha çok şükreder, ibadet etmekten büyük zevk alır, bazen ayakları şişinceye dek namaz kılardı. Kimi zaman namazında hıçkırıklarla ağlardı. Bazen günlerce oruç tutar, günün muhtelif saatlerinde zikirle meşgul olurdu. Onun her hareketinde kıyamında, kıraatinde, oturuşunda, kalkışında edep, incelik ve marifetullaha dair sırlar zuhur ederdi. Mübarek kalbi üns ve vahdet nurlarıyla dolu idi. O İlm-i Ledün sultanı idi. Keşf ve müşahedenin en ileri derecesine sahipti. Cebrail Aleyhisselam Ona yerlerin ve göklerin esrarını bildiriyor, ebedi saadetin reçetesini haber veriyordu. Miraçta yedi kat semayı aşmış, meleklerin tutamadığı noktaları tutmuş, bütün makam ve menzilleri geçip Allah Tealâya vasıl olmuştu. Dönüşte cennet, cehennem ve melekût âleminin acayip hallerini seyreylemişti. Başta Kuran-ı Kerim olmak üzere mucizeleriyle akılları hayrete düşürmüştü.
Onun peygamberlik sıfatından başka bir de velilik sıfatı vardı. Peygamberlik sıfatıyla diğer bütün peygamberlerin imamı ve sonu olduğu gibi, velilik sıfatıyla da, nebiler dahil, bütün beşeriyetin en efdali idi. Ayrıca İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin buyurduğu gibi, Hz. Peygamberin peygamberlik sıfatı velilik sıfatından üstün ve yüce idi.
Mürşid-i ekmel olan Rasul-i Ekrem s.a.v.in birkaç dakikalık sohbetiyle Sahabe-i Kiram hazretleri bir velinin ömrünün sonuna kadar ulaşamayacağı manevi makamlara yükseliyorlardı. Elde ettikleri manevi hal ve zevk ile cenneti cehennemi görmüş gibi oluyorlardı. Huzur-u şeriflerinde iken sanki başlarında bir kuş var da uçacakmış gibi, büyük bir edep ve tam bir kalbî bağlılıkla Onu dinliyorlardı. Huzurundan ayrıldıkları zaman da yine hayallerini Hz. Rasulullah s.a.v. Efendimiz süslüyordu. Devamlı Onunla birlikte imiş gibi Onu düşünüyor, mübarek sözlerini, tavır ve davranışlarını hayal ediyor, her şeyleriyle Ona benzemeye çalışıyor, diğer bir ifadeyle rabıta yapıyorlardı. Allah Rasulünü sevdikleri kadar hiçbir beşeri sevmemişlerdi. Onu kendi canlarından bile, aziz tutuyorlardı.
Sahabe-i Kiram, Hz. Peygamber s.a.v.in sohbetiyle berzaha uğramadan doğrudan doğruya zahirden hakikate geçiyor ve az bir zamanda Allah Tealâya büyük yakınlık elde ediyorlardı. Çünkü onlar Hz. Rasulullahın irşadıyla velâyet-i kübraya mazhar olmuşlardı.
Gerçi Sahabe-i Kiram hazretlerinde keşif, keramet gibi hadiseler az görülürdü. Belki sonradan gelen velilerin keşif kerameti daha fazla idi. Fakat Sahabenin makamları sonraki velilerden çok daha yüksekti. Onlara yetişebilmek neredeyse imkansızdı.
İşte Asr-ı Saadet mslümanlarının halleri kısaca böyleydi. Yani tasavvufî hallerdi. Fakat adına henüz Tasavvuf denmiyordu.
Saadet Asrından sonra ilimler
Asr-ı Saadette müslümanlar arasında herhangi bir ihtilaf, halledilmemiş bir müşkil yoktu. Hangi konuda olursa olsun, bir müşkil olduğu zaman Hz. Peygamber s.a.v.e müracaat edilip çözülüyordu. O dönemde akideler saf, niyetler halisti. Nübüvvet nuru tesirini devam ettiriyordu.
Fakat Hz. Peygamberin vefatından sonra yer yer ihtilaflar baş gösterdi. Müslümanlar ilk olarak halife seçimiyle karşılaşmış ve bu mevzuda ihtilafa düşmüşlerdi. Ardından üçüncü halife Hz. Osman r.a. şehit edilmiş (h.35/m.656) ve ondan sonra Cemel Vakası ve Sıffin Savaşı zuhur etmişti. Müminler üzerinde büyük tesirler ve acı hatıralar bırakan bu iç savaşlar en çok akaid problemlerinin ortaya çıkmasına sebep olmuştu.
Gerçi hadiseleri körükleyen bir kısım münafıklar istisna edilirse, birbiriyle savaşan iki taraf da farklı içtihatları sebebiyle hak ve hakikat adına savaşıyorlardı. Fakat sonuçta ortaya çıkan bu durum, huzursuzluğun yanı sıra akaidle ilgili yeni bir takım soruları da beraberinde getiriyordu.
Öte yandan hicrî birinci asrın sonlarında Suriye, Mısır, İran, Irak gibi büyük ülkelerin İslâm topraklarının sınırlarına dahil edilmesiyle müminler çok değişik inançlarla karşılaşmışlar, doğu ve batı felsefesiyle yüzleşmek durumunda kalmışlardı. Neticede kader meselesinden imamet/halifelik meselesine kadar bir dizi konuda itikadî ihtilaflar zuhur etmişti.
Bunlara paralel olarak Mutezile, Cebriye, Kaderiye, İmamiye (Şia) gibi Ehl-i Sünnetin dışına çıkan birçok mezhep zuhur etmişti. Bu gibi mezheplerin sayısı alt kollarıyla birlikte sonraları yüzün üzerine çıkmıştı.
Akaid gibi, fıkıh sahasında da ortaya çıkan yeni durum ve ihtiyaçlar yeni içtihatları gerektirmiş, tabii olarak ihtilaflar da zuhur etmişti.
Neticede Fıkıh ve Akaid ilmine Hz. Peygamber s.a.v. zamanında hiç tartışılıp konuşulmayan meseleler girmiş, yeni fetvalar ortaya çıkmış, sonraki asırlarda işin içine akıl ve felsefe de bir ölçüye kadar dahil edilmişti. Bu hususlarla ilgili metot ve düşünce farklılıklarından dolayı ister istemez değişik fıkhî/itikadî akımlar da ortaya çıkmıştı.
Tabii olarak bu durum karşısında Ehl-i Sünnet akaid ve fıkhının sağlam bir şekilde tespit edilmesi zaruret halini almıştı. Ayrıca söz konusu ilimler her müslümanın sürekli meşgul olması gereken hayatî önemi haiz ilimlerdi.
Onun için devrin alimleri ilk önce bu konularda kitap ve risaleler kaleme alarak hafızalarda bulunan ilimleri tedvin ve tasnif ettiler. Tabii ki bu ilimlerin temel dayanakları Tefsir ve Hadis ilimleriydi. O yüzden hadis-i şerifler büyük bir gayretle toplanıp tasnif edilmeye başlandı. Tefsir sahasında Sahabe neslinden intikal eden berrak düşünceler kayda geçirildi. Bunların usul ve metotları belirlendi. Böylece Tefsir, Hadis, Fıkıh, Kelâm gibi müstakil ilim dalları ortaya çıkmış oldu.
Tabii bu ilimler inkişaf ederken, içtihatlar yapılırken kolay ve sancısız olmuyordu. Yeni hareketler ortaya çıkarken yer yer cepheleşmelere de sebebiyet verebiliyordu. Hatib el-Bağdadînin Tarihu Bağdadî adlı eserinde belirttiğine göre, İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri içtihadına akıl ve reyi kattığı için devrin bir kısım alimlerince dışlanmıştı. Fakat hemen belirtmek gerekir ki, onların ihtilafları ne kadar sert olursa olsun, kesinlikle heva ve arzularından konuşmuyorlar, dini bütün safiyetiyle korumak için gayret ediyorlardı.
Öte yandan içtihatta reye önem verenler de, devrin felsefesini alet olarak kullananlar da, vardıkları sonucu dinin muhkem hükümleriyle telif ediyor, konuyla ilgili Kuran ve Sünnetten deliller getiriyorlardı. Sonuçta içtihat yaptıkları için isabet edemeseler bile sevaba girmiş sayılıyorlardı.
Şu da bir gerçek ki, içtihat ve ihtilaflar İslâm ümmeti için büyük bir rahmet ve genişlik olmuştur. Aksi halde günlük işlerimizin birçoğu haram ve dolayısıyla da cehennemlik sayılacaktı.
Saadet Asrından sonra tasavvuf
Yukarıda bir nebze bahsedildiği gibi, Sahabe neslinin sonları ve Tabiûn neslinin başlarına doğru iç savaşlar dolayısıyla huzursuzluklar artmış, gündemdeki meselelerle zihinler karışmıştı. Kerbelâ vakası, Haricîlerin gaddar tutumları ve Emevîler dönemindeki siyasi gelişmeler de işin tuzu, biberi olmuştu.
Öte yandan sürekli devam eden fetihler sayesinde ganimetler alınmış, refah ve zenginlik artarak müslümanların hayat standardı yükselmişti. Böylece Saadet Devrinde görülmeyen, bir anlamda lüks sayılabilecek bir hayat tarz ve telakkisi ortaya çıkmıştı. Bu, şimdiki neslin aksine o günkü neslin hiç de alışık olmadığı bir durumdu. Saadet Devrinde Hz. Fatıma r.a.ın edindiği bir çul vardı. Yatarken altlarına serseler üstleri, üstlerine serseler altları açıkta kalırdı. (Bugün ise, bir hadis-i şerifte belirtildiği gibi, maddi imkan olmadan müminlerin imanlarını muhafaza etmeleri bile son derece zorlaşmıştır.)
Daha ziyade hicrî II./miladî VIII. asırda ortaya çıkan bu dünyevîleşme, siyasileşme, yabancılaşma, bidatlerin zuhuru ve dine karşı bir derece lâkaytlık, devrin zühd ve takvaya önem veren müminlerini, diğer bir ifadeyle zahidleri incitmişti. Onlar, Hz. Peygamber ve Sahabe neslinin tertemiz, berrak akidelerine sarılarak dünyanın yalancı yüzünden el etek çektiler. Kendilerini ilme, ibadete, Kuran ve Sünnette üzerinde durulan derunî hayata verdiler. Zühd ve takvaya bürünerek gayet sade bir hayat yaşadılar. Bu arada gayet tesirli vaazları, insanları ağlatan ateşli konuşmalarıyla halkı irşad ettiler.
Bu grubun arasında devrin büyük alimlerinden Hasan Basrî Hazretleri (ö. 110/728), mücedditlerden kabul edilen Emevîlerin devlet başkanı Ömer b. Abdülaziz Hazretleri (ö. 101/719), aşıklardan Rabiatul-Adevî Hazretleri (ö. 185/804) gibi simalar da vardı.
Hicrî birinci-ikinci asırda yaşayan bu zahidlerin dönemine zühd dönemi adı verildi. Bu dönem, tasavvufun özünü ve başlangıcını oluşturuyordu. Söz konusu zahidler, aynı zamanda Sahabe devrinde zühd ve takvalarıyla öne çıkmış Ehl-i Beyt, dört büyük halife, Suffa Ashabı, Tabiûndan Üveys el-Karanî gibi şahıs ve zümrelerin de bir bakıma devamıydılar.
Hicrî 200/815 senelerinden itibaren olgunlaşan zühd hayatı Tasavvuf cereyanını doğurdu. Amel, ibadet, ahlâk, nefsle mücahede ve istikametin ön plâna çıktığı zühd devrinden sonra yaşadıkları manevi tecrübelerle zenginleşen sofiler, birikimlerini Kuran ve Sünnet ekseni etrafında izah ederek, yeni kitaplar telif ettiler. Tefsircilerin yorumlarına, hadisçilerin rivayetlerine, fakihlerin içtihatlarına kendi ruhanî tecrübelerini, aşklarını, şevklerini, vecdlerini, keşfî-manevi bilgilerini, Allah Tealâ Hazretlerini sevmek, tanımak ve Ona yakınlaşmakla ilgili marifetlerini de ilave ederek farklı ekoller geliştirdiler. Sahabe ve Tabiûn devrinde olduğu gibi, amel ve ibadetleri ihlâs, itikat, marifetle birleştirerek manevi derinliği canlı bir şekilde devam ettirdiler.
Böylece, Fıkıh, Kelâm, Tefsir ve Hadis alimlerinin yaptıkları gibi, sofiler de Kuran ve Sünnete dayanan amelleriyle, derunî/manevi tecrübelerinden çıkardıkları içtihatlarıyla ve yazdıkları eserleriyle özel konusu, hedefi, metodu ve ıstılahları olan Tasavvuf ilmini sistemleştirip, müstakil bir ilim ve amel yolu haline getirdiler.
Sofi ismi, tasavvuf tarihinin ilkleri
Bu kutlu zatlar, peygamberlerin de giyindiği gayet mütevazi bir elbise olan sûf (yün) elbise giydikleri için, yaygın olan kanaate göre, kendilerine sûfî adı verildi. Tasavvuf kelimesi de sûf kelimesinin değişik istihalelerinden türeyen bir isim olarak böylece tarihe geçti.
Tarihçilerin tespitine göre, ilk sûfi (veya halk dilinde sofi) ismini alan zat, Ebu Haşim Sûfîdir (ö.150/767). İlk tekke de Suriyenin Reml şehrindeki Ebu Haşim Tekkesidir. Fena-beka, cezbe, sülûk ve sair bir kısım isimler de her ne kadar tasavvuf ismi gibi sonradan ortaya çıkmış ise de, İmam-ı Rabbanî Hazretlerinin de beyan ettiği gibi, hakikatleri itibariyle hepsi Hz. Peygamber s.a.v. Efendimize dayanmaktadır. Sofiler sadece bu gibi halleri anlatabilmek için muhtelif isim koymuşlardır.
O devirde İbrahim b. Edhem, Fudayl b. İyaz, Cüneyd-i Bağdadî, Bişr-i Hafî (Allah cümlesinin sırrını mübarek kılsın) gibi çevrelerinde manyetik alanlar meydana getiren büyük veliler, etraflarına halkı topluyor, sonra da Rasul-i Ekrem s.a.v.in evrad ve ezkârını onlara ders olarak veriyorlardı. Böylece, bu müstesna zatlar sayesinde yeniden gönüller Allaha teveccüh ediyordu.
Temel bir kaide olarak Mahlukatın nefesleri adedince Hakka ulaştıran yollar vardır. Hepsi Kuran ve Sünnete dayanan bu yollardan bazıları giderek sistemleşmeye başlıyordu. Müteakip asırlarda bunlardan her biri, tasavvufun içerisinde birbirinden güzel kolları oluşturacaktı. Nitekim Şah Abdülkadir Geylanî ve Ahmed Rifaî Hazretlerinin yaşadığı hicrî VI. miladî XII. asırdan itibaren farklı irşad usulleriyle tarikatlar zuhur ederek Kadirîlik, Rufaîlik, Mevlevîlik, Nakşîlik gibi tarikatlar kuruldu ve İslâm dünyasının dört bir yanını nura gark ettiler. Allah onlardan razı olsun.
Sonuç itibarıyla; Fıkıh, Kelâm, Tefsir, Hadis, Tasavvuf ve sair ilimlerin her biri dinin kendisinden başka bir şey değildir. Bunlar her ne kadar müstakil birer ilim haline gelseler de, tek bir tanesini bile şeriattan ayrı düşünmek dalâlettir. Zira bunlardan herhangi birini şeriattan ayrı düşünmek Kuran ve Sünnetin bir bölümünü yok saymaktır. Akaid veya Kelâm ilmi olmasa ortada din ve inanç esasları diye bir şey kalmaz. Fıkıh olmasa, Hakka nasıl ibadet edileceği ve kullar arasında nasıl muamele edileceği anlaşılmaz. Tasavvuf olmasa, bütün ibadetlerin ruhu yok olur ve ibadetler sadece şekillerden ibaret hale dönüşerek boşa gider. Nefs ve şeytanın hileleri bilinip onlara karşı tavır alınmadığı için de din-iman yıkılmaya mahkûm olur. Tefsir ve Hadis ilmi olmasa zaten diğer ilimler hiç olmaz.
O bakımdan bir müminin Akaid, Fıkıh ve Tasavvuf ilimlerini hiç değilse ihtiyaç miktarınca öğrenmesi farzdır. Zira dinin müstakim olarak yaşanması ancak bu ilimleri öğrenmekle mümkün olabilir.
tasavvuf
Tasavvûf Bölümü
Moderatörler: ucharfbesnokta, Ertugrul
Cevapla
1 mesaj
• 1. sayfa (Toplam 1 sayfa)
Geçiş yap
- İslami Konular
- ↳ Dini Gün, Geceler ve Mübarek Aylar
- ↳ Namaz Bölümü
- ↳ Namaz Duaları
- ↳ Fıkıh ve Akaîd
- ↳ Zekat-Fitre-Sadaka
- ↳ Ahiret ve Kıyamet
- ↳ Tasavvûf
- ↳ Kurban Bayramı ve Kurban Kesmek
- ↳ İslami Bilgi ve Kaynaklar
- ↳ İslam'da Aile Hayatı
- ↳ Dua Köşesi
- ↳ Sahabeler
- ↳ Hutbeler ve Vaazlar
- ↳ İslam Büyüklerimiz
- ↳ Faziletler Bölümü
- ↳ Soru-Cevap
- ↳ Ezber ve Hafızlık Hakkında Bilgiler
- ↳ Çocuk Eğitimi
- Kurân-ı Kerim
- ↳ Kur'an Tefsiri
- ↳ Kurân-ı Kerim Meâli
- ↳ Arapça Öğreniyorum
- IslamiYasam.Com
- ↳ Forum Kuralları
- ↳ Tanışma Bölümümüz
- ↳ Duyurular
- ↳ Eleştirileriniz
- ↳ Üyelerden Duyurular
- Hz. Muhammed Mustafa (s.a.v)
- ↳ Peygamberimiz Hz. Muhammed ( s.a.v )
- ↳ Hadisler Deryası
- ↳ Güllerin Efendisine Selam Olsun
- Ramazan-ı Şerif Özel
- ↳ Ramazan Ayı Hakkında Bilinmesi Gerekenler
- ↳ Ayet ve Hadisler
- ↳ Kıssalar
- ↳ Oruç Hakkında Bilinmesi Gerekenler
- Hac ve Umre
- ↳ Hac ve Umre
- ↳ Mekke Hakkında Bilgiler
- ↳ Medine Hakkında Bilgiler
- ↳ Hac ve Umre Ziyaretinde Bilinmesi Gerekenler
- ↳ Hac ve Umreye Gidiceklere Duyurular
- ↳ Hac ve Umreye Giden Üyelerimizin Duyuruları
- Osmanlı İmparatorluğu
- ↳ Osmanlı İmparatorluğu
- ↳ Osmanlı Hakkında Bilinmeyenler
- ↳ Osmanlı Sultanları
- ↳ Osmanlıda Eğitim
- ↳ Osmanlıda Süslüme Sanatları
- ↳ Genel
- ↳ Fatih Sultan Mehmet Özel
- Sesli ve Görüntülü Eserler
- ↳ İlahiler - Ezgiler
- ↳ Belgeseller
- ↳ Çocuklar İçin
- Bilgilenelim
- ↳ Dini Hikayeler
- ↳ Sırlar Dünyası
- ↳ Kıssadan Hisse
- ↳ Güzel Sözler
- ↳ Sağlık ve Yaşam
- ↳ Kişisel Gelişim
- ↳ Makaleler
- ↳ Tarihi ve Kültürel Mekanlar
- ↳ Rüya Tabirleri Yorumları
- Serbest Kürsü
- ↳ Bilmece-Bulmaca ve Oyun
- ↳ Güncel Haberler
- ↳ Genel Konular
- ↳ Sesli ve Görüntülü Eserler
- ↳ Resimler
- ↳ Komik Gazete
- Kültür ve Tebessüm
- ↳ Şiirler
- ↳ Edebiyat
- ↳ Fıkra, Mizah Bölümü
- ↳ Unutulan Kültürel Değerler
- Kitaplık
- ↳ Çocuk ve Gençler İçin Kitaplar
- ↳ Diğer Dini Kitaplar
- Yemek Tarifleri
- ↳ Yemek Tarifleri
- ↳ Deniz Ürünleri
- ↳ Çorbalar
- ↳ Sebze Yemekleri
- ↳ Et Yemekleri
- ↳ Tatlılar
- ↳ Hamur İşleri
- ↳ Salatalar
- ↳ Makarna ve Pilavlar
- ↳ Yöresel Yemekler
- Bilgi İşlem
- ↳ Bilgisayardaki Sorunlarınız
- ↳ Bilgisayarlar Hakkında Sormak İstedikleriniz