EKOLOJİ MUCİZESİ

İslami İçerikli Makaleleri Paylaşabileceğiniz Alan

Moderatörler: ucharfbesnokta, Ertugrul

Cevapla
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

EKOLOJİ MUCİZESİ

Mesaj gönderen alperen »

EKOLOJİK MUCİZE
SELİM GÜRBÜZER
Ekoloji kavramın kaynağı eski Yunancada ‘oikos’ ev ve mülk kökünden gelip, ‘logia’ ise bilim demektir zaten. Ekoloji terimi ilk defa 1869 yılında Alman Hoeckel tarafından kullanılmakla beraber çevre bilimiyle ilgili ciddi manada çalışmalar 1900 yılından sonra başlamıştır. Bu çalışmalar sonucunda üretici konumda, tüketici konumda, ayrıştırıcı konumda diyebileceğimiz canlılar ile abiyotik maddeler arasında sıkı bir ilişki olduğu ve aynı zamanda bu dört unsurun ekosistemin sacayağını oluşturduğu belirlenmiştir. Böylece tüm canlıların cansız âlemle bütünleşmesine şahit olacağımız tabiat mucizesiyle karşı karşıya kaldığımızın farkına varırız. Tabii farkı fark edince de ister istemez tabiatta var olan canlıların yaşadığı ortama biyosfer olarak tanımlandı. Nitekim biran uzaya yolculuk yapıp orada yaşamaya karar verdiğimizde şayet hava, su, ateş ve toprak gibi dört unsurun ortaya koyduğu çeşitlilik yoksa böylesi uzay yolcusunun güneşten gelen ışınları kendi yaşam alanına kararlı bir şekilde uyarlaması mümkün gözükmemektedir. Bu demektir ki tabiat tüm canlıların üreyip gelişeceği ve yaşayabileceği donanımla donatılmıştır. İşte bu donanım sayesinde basit bir canlıdan kompleks canlıya doğru işleyen mükemmel bir organizasyonun hiç şüphesiz ki mükemmel biyolojik nizam-ı âlem çerçevesinde donatılarak yürüdüğüne şahit oluruz. Allah muhafaza bu mükemmel donatılmış denge âlemin ve nizamın sarsılması veya tepetaklak yörüngesinden kayması bir anda ekolojik hayatın durması demektir. Bunun neticesinde de hayatın büsbütün sona ermesi demektir.
Ekolojinin esas konusu tüm organizmaların hem birbirleriyle hem de çevreleri ile olan münasebetlerini incelemektir. Böylece ekoloji canlı cansız varlıkların kendi aralarında olduğu kadar çevresel ortamlarıyla da olan münasebetlerini araştıran bir bilim olarak tarif edilir. Anlaşılan o ki tabiatta topyekûn olarak birbirleriyle ilintili işleyen ekolojik sistem kâinat yaratıldığı günden beri bir saniye bile dur durak bilmeksizin tüm canlı cansız varlıklarla birlikte hayat yolculuğuna devam etmektedir. Devam etmesi de son derece gayet tabiidir. Çünkü maddenin en küçük birimi atomlardır. Ve tabiatta organik ve inorganik her ne madde varsa bunun görünmeyen kısmın her defasında bir takım hidrolojik ve biyolojik döngülerin bir saat kadranı misali işleyişinin arka planında hep atomlar vardır. İşte dur durak bilmeksizin işleyen bu söz konusu atom gerçeğinden hareketle şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki; kâinatta var olan her bir döngünün temelinde çekirdek ve etrafında elektronların seyri âlem eylediği bir atom gerçeği var olup bu sayede her bir döngü enerjisini kendi içinde israf etmeksizin deveran eylemekte.
Bu söz konusu alanlarda iyi yetişmiş bir ekolojiste tabiatta olan biten her ne varsa sorduğumuzda da genel itibariyle genetik, taksonomi, fizyoloji, klimoloji, jeoloji, toprak bilimi, fizik ve kimya gibi birçok kaynaktan edindiği bilgilere dayanaraktan canlı cansız tüm toplulukların yaşayış biçimleriyle izah etmeye çalışacaktır. Hatta sadece izah etmekle kalmaz, mesela tabiatın bir küçük profilini temsilen seracılık üzerinden çalışmalara koyulmakla ya da serada yetiştireceği bitkiler üzerinde çalışmalar yaparaktan bile tabiatta ki ekolojik dengeyi okumaya çalışacaktır. Dahası bir ekolojist için bir akvaryum, bir orman alanı, bir göl veya bir havuz her halükarda bilimsel çalışmalarına ışık tutacak alanlardır. Öyle ki inceleyeceği ekolojik alan ne kadar çok büyük ne kadar ekosistem bakımdan zengin flora ve fauna yapısına sahip ne kadar kararlı tali sistemlerle donatılmışsa o ölçüde tabiat okumalarına daha da bir derinlik katacağı muhakkak. Ayrıca ekolojinin birçok ilim dallarıyla olan bağlantılarını da keşfedip bağlantılı olan dallarla ilgili dallardan da destek alma ihtiyacı duyacaktır. Böylece bütünüyle meseleye vakıf olunduğunda tüm ekolojik okumalar tam anlamıyla anlam kazanacaktır
Ekolojinin bölümleri
Evet, çevremiz cıvıl cıvıl hayat kaynamakta. Ve dahi hayat kaynayan çevremiz hakkında başlı başına bir mucizedir eseridir dersek yeridir. Nasıl mucize demeyelim ki, hayat kaynayan çevrenin işleyen tüm döngü safhalarına baktığımızda işleyişinin tüm matematiksel hesapların üstünde Yüce Allah’ın hayat sıfatın tecellisinin bir mucize eser olduğunu gayet çok rahatlıkla görebiliyoruz. Öyle ya, madem çevremiz başlı başına bir mucize eseri, o halde bu mucizevi âleme üstün körü seyirci kalamayız. Nitekim bakar kör olmamak içinde hele bilhassa çevre bilinci üst düzeyde olan bir takım ekolojistler hayat kaynayan ekolojik sistemi şu iki ana başlık altında tasniflemişlerdir:
-Autekoloji,
-Sinekoloji diye.
Autekoloji tek bir türe ait bireylerin veya ortamlarıyla olan münasebetlerini inceleyen ekoloji dalıdır. Sinekoloji ise çeşitli türden meydana gelen hem bir grubun hem de bireylerin ortamları arasındaki münasebetleri inceleyen bir ekoloji dalıdır.
Bu arada habitatla ekoloji arasındaki doğrudan ilişkisini gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü habitat, biyolojik türlerin biyosferin yapısına uygun yaşayacağı tabiat mekânının adı veya doğal olarak konaklayabileceği ortam manasına bir kavramdır. Böylece bu kavramların kavramsal anlamlarından hareketle biyolojik türlerin yaşanabilir ölçekte ki habitatın cinsine göre ekolojik adlandırması;
-Deniz ekolojisi,
-Kara ekolojisi,
-Tatlı su ekolojisi diye üç bölümde incelenir:
Her üç ekolojik incelemelerin ortaya koyduğu verilere baktığımızda kendi ekolojik ortamlarında hayat bulan insanların, hayvanların, sürüngenlerin, kuşların, balıkların vs. her türden canlıların birbirleriyle olan ilişkide bulunarak ortak yaşayacağı veya her türün kendi genetik yapısına özgü yaşayacağı habitatlarının rengârenk olduğu gözlemlenmiştir. Örnek mi? Mesela kara ekosisteminde mesela bir çimen sahasının (bitki habitatının) birlikte ortaklaşa toprak katmanını oluşturması ve her ikisine de adeta gök kubbe tabaka olan atmosfer katmanının varlığı bunun bariz tipik misallerini teşkil eder. Derken arz (yeryüzü) ve gök kubbe (atmosfer) kendilerine özgü birlikte abiyotik bir bileşen oluşturmuş olurlar. Öyle ki abiyotik bileşenler tüm olumsuzluklara geçit vermeyecek şekilde bir denge âlem olup o şekilde canlıların yaşayabileceği ortam hale gelir. Nitekim üzerinde yaşadığımız yerkabuğu şayet büsbütün 1–2 metre yükseklikte zemin katman halde olsaydı, canlıların devamlı solukladığı oksijen tamamen ortadan kaybolup asla hayattan söz edemeyecektik. Hakeza atmosfer tabakası mevcut halinden çok daha ince olsaydı adeta gök kubbe başımıza çökecekti.
Su ekosisteminde ise malum okyanuslar, denizler, göller, akarsular, dereler vs. bir ilahi çevreyle ilgili planlamanın eseri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bakın konuk olduğumuz dünyanın yaratılışına, Yüce Allah (c.c) yeryüzünü yaratırken kuzey kısmını güneyden yüksek olarak yarattığını görürüz. Besbelli ki kuzey suları bulunduğu yerleri suladıktan sonra güneye doğru aksın diye böyle programlanmış. Zaten kutuplardan birinin eğimli olması sayesinde tıpkı bir demlikten bardağa çay aktarılmasında olduğu gibi aynen okyanuslar, denizler, göller, akarsular ve dereler arasında bağlantı alanları oluşup akma olayı gerçekleşmekte. Aksi halde hiçbir su ekosistemi kendine özgü akış koridoru oluşturamayacağı gibi kendine akma yatağı da bulamayacaktı. Derken küçükten büyüğe tüm su ekosistemi arasında bağlantı yollar kesilmiş olup bunun sonucu olarak da tüm canlı âlem ihtiyaçlarını gideremeyeceklerdi. Hakeza okyanuslar mevcut durumundan fazla değil 1–2 metre daha derinliklerde olsaydı oksijenle karbondioksit tamamen yutulmuş olacaktı ki; bu tamamen bitki hayatına soluk olacak kılcal damarların kesilmesi anlamında bitkilerin ölümü demek olacaktır. Şurası muhakkak; su ekosisteminin abiyotik bileşeninin tabanını çökeltiler ve sular oluşturmaktadır. Çökelti halindeki toprak ekosisteminin bileşenleri genellikle omurgasızlar grubundan saprofitler (çürükçül canlıları) kapsamakta, su ekosisteminin deniz tabanını ise omurgasız canlılar oluşturmaktadır. Dolayısıyla her iki faunanın ortak özelliği tabanlarının heterotrof canlılarla donatılmış olması ve aynı zamanda bunlarla bir arada bulunmalarıdır. Nitekim karaların üst katmanının yüzeyini bitki ve ağaçlar oluştururken, su katmanın yüzeyini de okyanus, deniz ve tatlı su ekosisteminde olduğu gibi plankton topluluğunun bileşenlerinden ototrof fitoplanktonlar oluşturmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla ister adına kara üst katmanı densin, ister su katmanı densin hiç fark etmez sonuçta her iki üst katmanın tipik özelliği ototrof canlılara ev sahipliği yapmasıdır. İşte bu ev sahipliği sayesinde karada çayır çekirgeleri ve fare gibi hayvanlar, sular da ise zooplankton ve balık gibi tüketici hayvanlar istifade etmekteler, böylece bizler de bu arada hayatın yardımlaşma olduğunun farkına varmış oluruz. Şöyle ki toprak altındaki solucanlar, köstebekler, böcekler, yılanlar, çıyanlar inanılmaz derecede faaliyetlerde bulunarak ölmüş olan tüm organik çürükçül canlıları ayrıştırıp hem besleniyorlar hem de doğurgan toprağı bereketlendiriyorlar da. Sadece toprak altındakiler mi? Elbette ki hayır, Akbabalar ne güne duruyor, onlarda havadan paraşüt misali uçuşuyla birlikte yere iniş yaparak vahşi havyanlar tarafından arta kalan leşleri yiyip çöllerimizi temizlemekteler habire. Nitekim su altı dünyasına bir bakıyorsun büyük balık küçük balıktan besleniyor, büyük olanda kendisinden büyük olana gıda oluyor. Derken karasıyla, havasıyla, ırmağıyla, deniziyle ve okyanusuyla dünyamızda kurt, kuş, böcek her ne varsa tüm canlılar topyekûn olarak birbirlerine yem olaraktan rızıklanmaktalar. İşte hayatın cilvesi bu ya, elbette ki birbirlerine yem olmak bir anlamda birbirlerinden istifade edip yardımlaşmak demektir. Nitekim canlılar arasında hem avlayan hem de avlanan olacak ki rızık dengesi sağlanabilsin. Dahası sıkça dillendirdiğimiz “Hayat yardımlaşmadır” sözü bunun böyle olmasını gerektirir. Zira arılar bir bakıyorsun çiçek çiçek dolaşarak bir ömür boyunca toplayacağı bir çay kaşığının 1/12 kadarı nektar balı toplamak için daldan dala konduğu bitkiden istifade ederek hayatını sürdürmekte. Sadece arı mı, hiç kuşkusuz i buna çoban eşliğinde gün boyunca meralarda beslenen tüm sığır, koyun, kuzu gibi nice ahır hayvanları da dâhildir. Sakın ola ki, ahır hayvanları da neyin nesi deyip dalga geçercesine gülüp geçmeyin. Düşünsenize o gülüp geçeceğiniz varlıklar nice kimyagerlere taş çıkartırcasına, hatta kimya fabrikalarının bile yapımında aciz kaldığı süt gibi bir mamulü dere, tepe, çay bayır demeden otlayıp hem yavrularını beslemekteler hem de insanoğluna ikram etmek için canhıraş koşturmaktalar. Hakeza insan, balina, aslan, tavşan, fare, inek, kanguru, goril, fil, yarasa gibi daha nice bilemediğimiz memeli grubundan hayvanlarda doğum yaparak yavrularını sütle beslemekteler. İşte bu nedenledir ki tüm memelileri birbirinden farklı özellikleriyle tanır ve bağrımıza basarız da. Zira aralarından bir tanesinin bile yok olması ekolojik dengenin bir anda rayından çıkması demek olacaktır. Malumunuz ekonominin arz talep dengesi neyse tüketici konumda olan hetetrofik canlılarla üretici ototrof canlılar arasındaki trofik yapı (besin yapısı) ilişkisi de aynen onun gibidir. Nasıl ki üretimle tüketim arasında dengesizliklere yol açan faktörler ne kadar elimine edilirse ekonomik istikrar hale geliyorsa aynen canlılar arasındaki üretici ve tüketici canlılar arasındaki ilişkilerde ne kadar dengeleri altüst edecek ortam şartları bertaraf edilirse bir o kadarda çevre problemleri azalacak demektir.
Ekolojik niş
Ekolojik niş organizmanın ekosistem içerisindeki duruşu demektir. Bir organizmanın ekolojik nişi sadece yaşadığı yere bağlı bir olay olmayıp aynı zamanda ne yapacağıyla da ilgili de bir husustur. Bunu bir benzetmeyle ifade edecek olursak habitat canlıların yaşadığı adresi belirleyen ortam olarak addedilirken, çevreyle ilgili nişte adreste barınan canlıların faaliyetleri demektir. Mesela canlılar kendi aralarında ki ilişkilerde rekabeti azaltmak adına benimsedikleri davranış, besleniş ve yaşayış tarzları onların bir anlamda ekolojik nişini teşkil eder. Nitekim ekolojik niş faaliyetine katılan her canlının gerek terleme yoluyla gerekse boşaltım sistemi yoluyla açığa çıkarttıkları buharın havaya karışmasıyla birlikte döngüsü devaran eylemiş olur. Tabiî bu arada cansız âlemde boş durmamakta, bu cenahtan mesela deniz suyu kara örtüsüne nisbeten çok daha atmosfere buhar transfer ederekten dikkatimizi celb etmekte. Hem nasıl dikkatimiz celb etmesin ki, baksanıza karaların buhar nisbeti topraktaki nem oranıyla sınırlı kalıp hatta bu oran denizin buharlaşma oranıyla mukayese edildiğinde %1 gibi çok düşük oranlarda güdük kalmaktadır diyebiliriz. Düşünsenize yeryüzünde bir saniye içerisinde 17 milyon ton suyun kısmını okyanuslarda buharlaşıp tekrar aynı miktarda suyun tekrar dünyamıza döndüğü artık bir sır değil, bilakis gerçeğin ta kendisi bir gerçekliktir. Böylece bu bilinen gerçeklik sayesinde bizde bu arada böylesi bir devridaimin bizatihi ekosistem döngünün ta kendisi olduğunu idrak etmiş oluruz.
Ekosistem
Bitkilerin bütünü ‘flora’ olarak addedilirken hayvanların bütünü de ‘fauna’ olarak addedilir. Her neyse, ister adına flora densin isterse fauna, hiç fark etmez, sonuçta her iki alanda da hayatiyetlerini devam ettiren tüm bitki ve hayvanların bir arada oluşturdukları birliktelikler bir şekilde yaşadıkları çevre veya habitatıyla kontrol edilmektedir. Kontrol edilmeleri de gerekiyor zaten. Çünkü canlıların hemen hepsi ancak bulundukları ortamlarda çevreye uyum sağladıkları müddetçe hayatiyetlerini devam ettirebilmekteler. Derken böylesi bir uyumlulukla hayvan, bitki ve çevre birlikte üçlü sacayağı oluşturmuş olurlar. Ki, bu üçlü sacayağı üzerine kurulu canlı varlıkların kendi sınırları dâhilinde tabiatla birlikte deveran eyleyen uyumlu olan döngü sistemine ekosistem adı verilmektedir. Hiç şüphesiz insan ise bu ekosistem içerisinde hayvanlardan farklı olarak Yüce Allah tarafından eşrefi mahlûkat olarak ilan edilmiş haliyle yerini alır. İşte bu nedenledir ki insanı da bu söz konusu ekosisteme dâhil ettiğimiz de tüm canlı varlıkların ekosistemin bulunduğu yeryüzü, hatta havayı da kapsayan büyük bir yaşama alanı biyosfer olarak karşılık bulur. Nitekim biyosfer denen âlem adına uygun davranıp masmavi denizleriyle, koyu mavi okyanuslarıyla, bembeyaz kutuplarıyla, buzullarıyla, çölleriyle, ırmaklarıyla, ormanlarıyla vs. hala bugün olmuş gelinen noktada yıkılmadım ayaktayım dercesine hayat döngüsünde durmak yok yoluna devam etmekte de. Her ne kadar gelinen noktada yaşanılan hayat bir bakıyorsun durağan halde, bir bakıyorsun hızla değişim eğiliminde, bir bakıyorsun bozulma eğiliminde bir yapı görünümünde olsa da ta ki kıyamet kopana kadar bir şekilde hayatın devam ettiği gerçeğini değiştiremeyecektir. Yüce Allah (c.c) bakın bu hususta “Ey Muhammed, sana indirdiğimiz bu kitap kutludur. Ayetlerini düşünsünler, aklı olanlar ibret alsın”(Sad, 29) diye beyan buyurarak yarattığı kullara tüm âlemlerin döngüsünün deveranını sürdürebilirliğinin bizatihi küllü iradesine tabii olduğunu mesajını vermektedir.
Ekolojik faktörler
Bütün canlı cansız varlıklar bulundukları ortamın klimatif, edatif, biyotik, fiziki ve kimyevi gibi ekolojik faktörlerin etkisi altındadır. Dolayısıyla canlı cansız varlıkların hayat devrelerinin en az bir fazını direk olarak etkileyen çevrenin her elemanına ekolojik faktör denmektedir. Bu tariften de anlaşıldığı üzere çevreyle alakalı tüm etken unsurlar da başıboş değildir, etken unsurlarda külli iradenin kanunlarına tabiidir. Bu kanunlar genel itibariyle iki kategoride tasnif edilir:
1-Minumum Kanunu
Bu kanun 1840 yılında Liebig tarafından ortaya atılmış olup, kanun gereği ortamdaki esas maddelerden hangisi en az miktarda ise o madde sınırlayıcı olarak kabul edilmektedir. Yüce Yaratıcının yarattığı bu söz konusu kanunun kendi hal lisanıyla anlayana der ki, Ey canlılar! Hayatta yaşayabilmeniz için elde avuçta almanız gereken besin kaynağınız minimum seviyelerde olsa bile mutlaka o maddenin alınması icap etmektedir. Ki; bu noktada fotosentez sizin en büyük desteğiniz olacaktır. Gerçekten de öyle değil mi, fotosentez sistemi sayesinde bir bakıyorsun kazanılan hayat enerjisi tüm canlıların can simidi olmaktadır. Hem nasıl can simidi olmasın ki, baksanıza bitkiler aldıkları ışığın ancak yarısı kadarını yapraklarında ki yeşil tanecikli klorofil tanecikleriyle özümlemekte olup (asimilasyon), böylece emilen ışığın sadece az bir bölümünü hammadde besin kaynağı olarak glikoza dönüştürüvermekteler. Tabii sadece bununla da kalınmayıp elde edilen glikozla da karbonhidrat, aminoasit, yağ, vitamin gibi organik maddelere çevrilmektedir. İşte görüyorsunuz başlangıçta bitki bünyesi içerisinde bir takım gerçekleşen değişim ve dönüşüm işlemleriyle elde edilen ürünün brüt miktarın bir kısmını bitki bizatihi kendisi için kullanmakta, diğer geriye kalanını ise heterotrof canlılara hayatlarını idame etmelerine yardımcı olmak içinde kendi iç bünyesinde depo etmektedir. İlginçtir depo edilen bu ürün brüt ürünün % 90’nına tekabül etmektedir ki, insanoğlu pratik hayatta kendi aralarında “Önce can, sonra canan” derken, bitkiler ise tam aksine ürettiklerinin büyük bir bölümünü kendi dışındakiler için “Önce canan sonra can” diyerekten üretmekteler. Madem öyle, insanoğlu da bitkilerden ibret alıp; “Halka hizmet, Hakka hizmet” için kendini adaması icap eder.
2-Ekolojik hoş görürlülük (Tolerans kanunu)
Tolerans fikri ilk defa 1911 yılında Shelford tarafından ileri sürülmüştür. Bu kanuna göre canlı varlıklar optimum (uygun olan) şartlarda maksimum ve minimim tolerans değerlerinin sınırlarının dışına çıkmayacak şekilde ancak hayatlarını normal standartlar çerçevesinde hayatiyetlerini devam ettirebileceğini öngören bir kanundur. Hatta tolerans değerleri canlıların davranış içgüdüleriyle ve stresle olan ilişkisine göre de karşılık bulabiliyor. Şöyle ki; gerek bitkiler gerekse heterotrof canlıların alt kademelerinde yer alan canlıların üst kademede bulunan canlılara nisbeten hoşgörü seviyesinin daha yüksek olduğu belirlenmiştir. Nitekim onların üretkenliği sayesinde üst tabakadakiler beslenip moral bulmaktalar. Asla ortada memnuniyetsizlik söz konusu değildir. Tüm yaratıklar hayat yardımlaşmadır gerçeğinden hareketle ilahi kanuna tabii olaraktan belli bir program dâhilinde birbirlerine gıda olup hayat bulmaktalar da. Hayat bulurken de bu arada hayatın sistematik bir şekilde doğmak, büyümek, çoğalmak ve ölmek olduğu gerçeği ile de yüzleşiriz. Derken ölümle sonlanan bir hayatın ardından bırakılan besin zinciri mirası nesilden nesile devrolunur da. Baksanıza konuk olduğumuz şu fani dünyada öyle bir sistem kurulmuş ki ölen canlıların cesetleri bile israf edilmeksizin toprak altında bakteriler tarafından parçalanıp ayrıştırılıp bir başka yaşayan canlı âleme gıda olabiliyor. Hadi diyelim ki çürümüş bedenler hayatta yaşayan bir canlıya gıda olmasa bile en azından çürümüş organların etrafa yayacağı ait pis kokuların toprak altı faaliyetleriyle bertaraf edilmesi bile az buz bir iş değil elbet, böylece bu sayede çevremiz korunmaya da alınmış oluyor. Nitekim Yüce Allah (c.c) kullarına hitaben “Gerek diriler ve gerek ölüler için biz dünyayı toplantı yeri olarak kılmadık mı?” (Mürselât, 25) diye beyan buyurarak bu hususlara dikkatimizi çekmekte. İşte ayet-i celile biz aciz kullara adeta besin zincirinin ilk ayağını fotosentez kanuna tabii gıda maddesi üreten yeşil bitkilerin oluşturduğunu, ikinci ayağını bitkilerden beslenen canlıların oluşturduğunu, üçüncü ayağını ise her iki kanaldan da beslenen canlılar oluşturduğunu, derken en nihayetinde tüm canlı cansız varlıkların toplanacağı yerin toprağın kara bağrı olacağını bildirmektedir. Hatta bunların dışında gözle göremeyeceğimiz elle tutamayacağımız trofik zincirin dördüncü halkasını oluşturacak bir başka boyutta var ki adına berzah âlem mi, yoksa bekleme salonu mu ya da kabir âlemi mi denir, bilinmez ama böyle bir boyutun içeriği bizi aşacağından en iyisi mi biz aklımızın ereceği hususlara kafa yoraraktan satırlarımıza devam etmekte fayda vardır elbet.
Canlıların trofik kademelerinde enerji transfer edilirken hiç kuşkusuz maksimum ve minimum seviyelerde seyreden hoşgörülülük sınırlarını aşmayacak şekilde hayat döngüsünün deveran eylemesi kanun gereğidir. Malum kanun gereği bu sınırlar aşıldığında enerji ısıya dönüşebilmektedir ki, bu durum bize Yüce Allah’ın yarattığı Termodinamiğin ikinci kanununu hatırlatmaktadır. Zaten tolerans sınırlar aşılınca ister istemez trofik (beslenme yapısı) zincirin her bir halkasında enerji kayıpları yaşanacaktır. Kaldı ki enerji naklinde sadece minimum miktarlar değil maksimum miktarlar da sınırlayıcıdır. Nitekim buna fazla yükseklik, fazla sıcaklık, fazla ışık, fazla su (H2O) gibi etken unsurlarda dâhildir. Mesela sürekli olarak atmosferden yeryüzüne normal sınırların dışında yağışlar gerçekleşseydi ortalık sel seli götürüp ağaçları bile köklerinden koparacak şekilde tüm bitkiler, molozlar bir yerde yığın halde kümelenmesiyle birlikte oluşacak gaz birikimleriyle etrafı çok kötü kokular saracaktı. Neyse ki Yüce Allah (c.c) biyolojik nizamın devamı için kâinatın yaratılış öncesinden yarattığı ilahi program gereği yağmurun yağış miktarından tutunda güneşten yararlanılacak enerji miktarı gibi daha nice bir dizi Allah’ın ‘Ol’ emri doğrultusunda programlanmış kodlarla birlikte hayat programı yaratılışından bugüne dek yoluna devam etmektedir. Hiç kuşkusuz kâinat programının formatında insanında yaşayabileceği tek gezegen olarak da dünyamız seçilmiştir. Zira dünya insanın yaşayabileceği donanımda yaratılmıştır. Malumunuz diğer gezegenler ya çok sıcak ya da tam tersi bumbuz halde yörüngesinde seyretmekteler, bu yüzden oralarda nefes alınacak veya gıdalanacak bir hayat söz konusu değildir. Kaldı ki konuk olduğumuz dünyada sadece insan değil, diğer canlılar içinde programlanmış hayat söz konusudur. Dünyada zaman zaman bir takım olağan üstü felaketler cereyan etse de ya da bir takım olumsuz faktörler zaman zaman nüksetse de tüm olumsuzlukları bertaraf edebilecek yeteneğe sahip canlılar olabildiği gibi aynı zamanda yaşadıkları çevreye anında adapte olabilecek canlılar da çıkabiliyor. Ancak şu da var ki bu tip canlılar birinci transfer zincirinde başarılı oldukları halde iki veya üç transfer dönüşümlerinde bazı olumsuz etken unsurların devreye girmesiyle birlikte sekteye uğrayıp aynı başarı sergilenemeyebiliyor. Bunun nedenlerini şöyle açıklayabiliriz:
-Bu tür canlılarda ardı ardına gerçekleşen trofik transfer zincirin yol açtığı gıda tüketimine bağlı olarak enerji kayıpları söz konusu olabiliyor. Bu itibarla ekosistem içerisinde trofik zincir üç veya dört döngü ile sınırlı kalmakta.
-Bazı canlılar bir takım etken unsurlara karşı son derece geniş toleranslı tavır sergilerken, bir kısım etken unsurlara karşıda kısmi tolerans duyarlılık sergileyebiliyor. Mesela yıllık bitkilerin çoğu hava sıcaklığına ve toprak nemine karşı daha geniş toleranslı oldukları gözlemlenmiştir.
-Yüksek toleransa sahip canlılar değim yerindeyse engin hoşgörü olmanın içgüdüsüyle bir bakıyorsun geniş sahalara yayılabilme özelliği ile dikkat çekebiliyorlar. Dolayısıyla geniş sahalara yayılamayan canlıların bu durumdan olumsuz etkilenmeleri kaçınılmaz olacaktır. Anlaşılan o ki optimum ekolojik tolerans sınırları içerisinde manevra yapabilen bitkiler aynı zamanda daha gür bir şekilde gelişme kayd edip rekabet bakımdan da üstün konuma geçme avantajına sahip olabiliyorlar. Ta ki, optimal sınırların maksimum ve minimum sınır değerlerinde sapmalar nükseder o zaman rekabetten düşüp üstün avantaj konumlarını kaybedebiliyorlar. Değim yerindeyse elden ayaktan düşmüş halde kendi kabına çekilmiş konumda olacaklardır.
-Şayet bir canlı için hayatı öneme haiz optimum şartlardan mahrumsa biliniz ki o canlı için tolerans sınırlarını aşan engel bir durum ortaya çıkacak demektir. Nasıl mı? Mesela çayırlarda azot noksanlığı bir canlı için sınırlayıcı solma faktörü olarak karşı karşıya kalması bunun en bariz örneğini teşkil eder. Yine de bu durumun önüne geçmek için azot bakımdan fakir mera ve çayırlar susuz bırakmayaraktan solma faktörü kısmen önlenebiliyor.
-Canlılar sadece tek bir faktörün çekim alanının etki altısı altında değil birçok faktörün çekim etkisi altında hayatiyetlerin devam ettirmekteler. Tabii bu etken faktörlerin etkisi canlıdan canlıya değişmekte de. Keza bölge farklılıkları da öyledir. Nitekim her hangi bir bitki için hem fiziki faktörler hem de optimum şartlarda yetişeceği minimum ve maksimum tolerans değerleri bölgeden bölgeye değişebiliyor. Mesela çay, fındık gibi mamuller Karadeniz’e özel has bitki toplulukları olup başka bölgelerde yetiştirilmeye çalışılsa da aynı verimliliği ve tolerans değerini sürdürebilirliği pek mümkün gözükmemekte.
-Ekolojik tolerans bakımdan sınır değerleri geniş olan canlılar ekseriyetle her habitat ortamında boy verebiliyor, malum toleransı kısıtlı olan canlılar ise bir araya gelip birliktelikler oluşturduklarında ancak bulunduğu habitata sadık kalabiliyorlar. Mesela kefal ve tekir balıkları Ege’ye mahsus sadık canlılar olup, bu türlere Karadeniz’de pek rastlanmaması bunun tipik örneğini teşkil eder.
-Çevre faktörleri canlıları sınırlayıcı olduğu zaman verim peryodu ekseriyatla kritik periyod olarak tezahür etmekte. Nitekim bitki ve hayvanların çiçek, tohum, fide, yumurta ve larva gibi üreme devrelerine ait tolerans sınırları diğer gelişme devrelerine göre daha minimum kalmaktadır. Mesela bitkilerin çiçeklenme devrelerinde ki düşük sıcaklığa karşı tolerans sınırları çiçeksiz devrelerine nazaran daha azdır.
Yine toleransla ilgili vereceğimiz bir başka örnekte böcek ve bitki ilişkisine baktığımızda bir bakıyorsun böcekler daldan dala konduğu birbirinden güzel rengârenk renk çiçeklerin adeta cazibesine kapılaraktan konduğu bitkinin tolerans cazibesine muhatap kaldıklarını görürüz. Şayet bazı bitkilerin renkleri bir kısım canlıların ilgisini çekmiyorsa çokta dert değil, bu kez etrafa salacakları misk kokular sayesinde tekrardan kendilerini çekim merkezi konuma getirebiliyorlar. Böylece ister renk cazibeliyi, isterse koku cazibeliyi olsun hiç fark etmez sonuçta böcek ve çiçek ilişkisinin doğurduğu işbirliği sayesinde bitkilerin döllenmesi hadisesinin gerçekleşmesine zemin hazırlanmış olur. Oldu ya, hem renk hem de koku yetersiz kaldı, bu kez rüzgârlar ne güne duruyor, yani tohumunu taşıttırmak için vasıta kılıp, böylece her halükarda bir şekilde döllenme olayı gerçekleşebiliyor. Hatta bir kısım bitkiler de var ki, bir bakıyorsun hiç bir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın yanlarından gelip geçen hayvanların tüylerine yapışaraktan bile tohumlarını uzak diyarlara aktararaktan döllenme hadisesini gerçekleştirmekteler. Öyle anlaşılıyor ki; alternatifli üreme yöntemleri bitkilere has bir hüner olsa gerektir.
Ekotip (ekolojik ırk) ve fizyoljik ırk kavramları
Bir bitki türünün belirli bir coğrafi alanda oluşturduğu lokal gruplara ekotip denir. Yani belli bir ortama genetik olarak uyumlu türlerin oluşturduğu biyotipler; ekotip veya ekolojik ırk olarak addedilirken mevcut adaptasyon mekanizması dışında bir genetik yatkınlığı olmayan türlerin teşkil ettiği gruplar ise fizyolojik ırk olarak tanımlanır. Şurası muhakkak hangi ekotip ya da hangi ekolojik ırktan olunursa olsun, sonuçta Allah’a çok şükürler olsun ki yaşadığımız bu gezegende başta aş, su ve enerji vs. olmak üzere her ne ararsan diyebileceğimiz türden tüm canlıların ihtiyaçlarını giderecek her şey fazlasıyla var zaten. Nitekim toprak altında ki mikro canlıların dışkıları ve atmosferde on binde 3 (% 003) nisbetinde bulunan karbondioksit bitkilerin ana esas gıdaları olmaktadır. Hayvanlara ise gıda olarak ekseriyetle bitkiler olmakta. İnsan ise karada, denizde ve havada her ne varsa tüm canlılarla beslenebilen varlıktır. Kaldı ki tüm canlılar ister etçil olsun ister otçul olsun isterse her ikisinden olsun hiç fark etmez sonuçta ihtiyacını karşıladığı tüm gıdalar inorganik maddelerden oluşmakta. Ki, bu inorganik maddeler arasında bilhassa an hidrojen, fosfor, azot, potasyum, kalsiyum, magnezyum gibi elementler tüm canlılara hayatiyet kazandıran maddelerdir. Kelimenin tam anlamıyla biyolojik hayat bu tür elementlerin belirli oranlarda ve belirli sıcaklık şartlar altında bir araya gelmesiyle hem hayat bulmaktayız hem de hayatın dengesi sağlanmakta. Dikkat edin denge dedik, niye derseniz tabiatın denge ayarlarıyla oynandığında başımıza nice felaketlerin geldiğini tüm insanlık olarak görüp geçirdiğimiz için elbet. Dolayısıyla bitkinin doğal ortamına etki edecek tüm ekolojik faktörleri göz ardı edemeyiz. Nitekim bu söz konusu ekolojik faktörleri genel anlamda sıraladığımızda:
-Isı faktörü,
-Su faktörü,
-Işık faktörü,
-Mekanik faktörü (rüzgâr vs.) gibi birkaç faktörün devreye girdiğini görürüz.
Isı faktörü
Hiç kuşkusuz hayatın temelinde enerji vardır, enerji olmadan bir yaprağın bile kıpırdamayacağı muhakkak. Ancak şu da var ki enerji de başıboş değildir, cana can katmasına rağmen enerjide başlı başına kanuna tabiidir. Nitekim enerjiyle aklınıza gelebilecek her türden oluşumların dayandığı veya tabi olduğu kanun termodinamik kanunu olarak karşılık bulmakta. Mesela bitkiler için yetişme yerinden ziyade ısı (kalori) miktarı çok mühim bir yer teşkil ettiğinden, bu duruma sıcaklık veya temparetür denmesi bu kanunun temel öğesi olması dolayısıyladır elbet. Bilindiği üzere canlılar tarafından kullanılan enerji ısıya dönüşüp ekosistem içinde yok olmuş gibi gözükebiliyor. Oysa ağzımıza aldığımız bir lokmayı solunumla yaktığımızda sözkonusu o besin yok olmamakta sadece proteine, yağa, şekere vitamine dönüşmektedir. Böylece tekrar açlık hissettiğimizde yeniden bir başka besin kaynağına başvurarak aynı döngü devam etmekte de. Zira yeniden enerji kazanmanın birinci yolu beslenmekten geçmektedir. İşte bu nedenledir ki enerjinin mevcut durumdan değişikliğe uğrayarak farklı bir konuma geçmesi olayı termodinamiğin birinci kuralının yerine getirilmesinin sonucu bir konumlamadır. Nasıl ki kütle ve enerjinin korunumu kanunu gereği madde biçim değiştirdiğinde o madde sil baştan yeniden eski konumuna dönmediği gibi dönüşen maddede yok olmamaktadır, bilakis enerji halde ya buharlaşmakta ya da tabiatta işleyen pek çok döngü mekanizmalarının içerisinde moleküler düzeyde döngü halde işlev görmektedir. Yani bu demektir ki, buharlaşıp kaybolduğunu sandığımız pek çok madde işleyen enerji madde dönüşüm döngüsü içerisinde devri daim yaparaktan bir şekilde termodinamiğin birinci kanunuyla koruma altına alınmakta. Öyle ya, madem tabiatta hemen her şey değişikliğe uğramasına rağmen Yüce Allah’ın yarattığı korunma kanunuyla koruma altına alındığına göre o halde şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki termodinamiğin temel kanunları aslında bize tabiatın kendi kendini yaratamayacağı gerçeğini de kendi hal lisanıyla söylemiş olmaktadır. İnsanoğlunun buradaki katkısı kanun yaratmak değil, sadece yaratılmış olan kanunun keşfetmiş olmasıdır. Hiç kuşkusuz mutlak manada kanun koyucu yüce Allah’tır, bunun dışında iddiada bulunan (haşa) kendisini Yaratıcı konuma koymak olur ki, bu noktada böylelerine bize Allah hidayet versin demekten başka elimizden birey gelmez de. Oysa biz biliyoruz ki Yüce Allah’ın yarattığı kanunlar sayesinde ışık enerjisi biranda potansiyel enerji biçimi olan besin enerjine dönüşebilmektedir ki, bu durum tek yönlü enerji akımı olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstelik hiç bir şey de israf olmamakta. Nasıl mı? Mesela bir bakıyorsun enerjisi tükenen canlılar toprağa karıştığında azot olmakta, petrol olmakta, mineral olmakta ya da bir başka canlıya gıda olmakta. Nitekim söz konusu hayatı sonlanan canlılar sonbaharda dökülen sararmış yapraklar misali toprağa karışıp, sonra toprak altında ki mikro çürükçül canlılar tarafından (saprofitlerce) ayrışmaya tabii tutulmasıyla birlikte bitki köklerini besleyeceklerdir.
Peki ya Termodinamiğin ikinci kanunu ne işe yarar derseniz, malum ikinci kanun enerjinin kaybolması manasına gelip termodinamiğin birinci kanununun tam aksine korunum, dönüşüm ve değişim olayların hiçbirinin yaşanmadığı bir kanundur. Kelimenin tam anlamıyla ikinci kanun bize enerjinin mütemadiyen daha minimum kullanılabilme düzeyine doğru ilerlediğini ve bununla birlikte entropinin artacağını öngörmektedir. Dahası değim yerindeyse mevcut sisteme ait nizamın bir şekilde bozulacağını bize kendi hal lisanıyla bildirmektedir. Hakeza ikinci kanun bize yararlı bir iş yapmak adına dönüşmüş enerjinin tekrardan kullanılabilir enerji hale getirilme aşamasında net düşüşlerin yaşanacağını, hatta ve hatta iş gücünün azalacağını da hal lisanıyla bildirmektedir.
Evet, eşyanın da kendine has dili vardır. Sakın ola ki eşyada konuşur mu deyip kanun manun tanımazlık yapmayalım. İşte görüyorsunuz ikinci kanun bize hal lisanıyla başlangıçta orijinal olan her ne varsa bir şekilde zaman içerisinde rotasının bozulma yönünde tezahür edeceğini bildirmekte. Kaldı ki, her şeyin bir yükselişe olduğu gibi düşüşü de olmakta. Nasıl ki ölen bir insanın entropisi artarak çürümeye yüz tutup vücut sistemi en küçük parçalara ayrışmasıyla birlikte orijinal ten kafesinden hızla uzaklaşıyorsa, aynen onun gibi madde de enerjisi halinde uzaklaşıp eski haline geriye dönmeme işlemi gerçekleştirmektedir. Bu tıpkı sobadan etrafa yayılan duman ve ısının tekrar sobaya dönmemesi gibi benzer bir durumun ta kendisi geri dönmemektir. Tabii burada sözü edilen kaybolma mutlak anlamda değil elbet. Bilakis bir başka halden bir başka hale geçiş manasına ortadan kaybolmaktır bu. Bilindiği üzere transformasyona giren herşey özüne uygun davranıp sürekli olarak sıcak cisimden soğuk cisme doğru geçiş yapmakta, soğuktan sıcağa asla geçiş olmamaktadır. Dolayısıyla sıcaktan soğuğa tek yönlü olarak gerçekleşen ısı geçişi geriye döndürülemeyecek şekilde ilerleyip ardından hararetin eşitlenme noktasına gelindiğinde bir anda iş enerjisine dönüşmektedir. Mesela ayrı ayrı kaplarda bulunan sıvılar birbirlerine karıştırıldığında ortaya homojen bir sıvı çıkıp, artık bu noktadan sonra geriye dönülemeyecek şekilde bir iş eylemi gerçekleşmiş olur ki, bu ve buna benzer daha pek çok örnekler verilebilir de. Herşeyden öte tüm bu geriye dönüşü olmayan diye misal getirdiğimiz örneklerin tamamında toplam enerji miktarının sabit kaldığını, ancak entropinin artmasına bağlı olarak mekanik ve termodinamik yönden ısı kayıpların yaşanması veçhiyle sayıca değiştiği gözlemlenmiştir. Anlaşılan o ki enerji her halükarda total halinden değişikliğe uğramamakta, sadece mekanik yönden geri döndürülemeyecek şekilde (mesela ısı enerjisi tekrar mekanik enerjiye dönüşemez) bir değişim süreci geçirmektedir. Hakeza her ne kadar evren şuan itibariyle uzay, kütle ve zamandan ibaret üç sacayaktan oluşan muhteşem düzene sahip yapısını korusa da bir gün gelecek termodinamiğin ikinci kanunun gereği evren bünyesinde taşıdığı tüm enerjisini tüketecektir. Bir başka ifadeyle var olan enerji işe yaramaz halde ısı enerjisine indirgendiğinde veya evreni kuşatan atomların düzensiz ve düşük sıcaklıkta hareket ettiği zaman, şu iyi bilisin ki kâinat kendi kıyametini yaşayacaktır. İşte olası bu kıyametin adı; kozmosun kendi kendine ısı ölümünü ilan etmesi demek olan büyük tufandan başkası değildir.
Bu arada şunu belirtmekte yarar var: üreticiler, tüketiciler, organik ve inorganik maddeler arasında ilişki zinciri sağlansa da bu demek değildir ki hayat denen iksir tam takır ebedi yoluna devam edecektir. Baki olan sadece Allah’tır. Dolayısıyla hayatı etkileyen pek çok unsur Yaratıcının dışında her şeyin fani olduğunu ispatlıyor zaten. Zira ısı, ışık, nem, yağış, basınç gibi fiziki unsurlar optimal şartlarda cereyan etmesi gerekir ki hayat döngüsü tamamlanabilsin. Aksi takdir de ne hava, ne su, ne de toprak tek unsur olarak canlılara eksiksiz bir hayat sunamayacaklardır. O halde tüm unsurlar mutlaka bir döngü içerisine girmek mecburiyetindedir. Nitekim bu döngü âlemi çerçevesinde toprak sathına ulaşan ışınların belirli bir kısmı bir şekilde kayba uğramaksızın aşağıdaki şekillerde tekrar transfer olabiliyor. Şöyle ki;
-Atmosfere geri verilerek,
-Toprağın alt tabakalarına iletilerek,
-Toprağı saran hava tabakaları arasında alışveriş şeklinde,
-Toprak nemli ise buharlaşma ısısı şeklinde,
-Doğrudan ısınma şeklinde,
-Yansıma şeklinde tezahür etmekte.
Dünya sathında hayat denen yolculuğun devam etmesi için öncelikle sıcaklığın pek fazla değişmeyecek şekilde ayarlı tutulması gerekmektedir. Yeryüzü sathının ortalama sıcaklığı fazla değil, iki veya üç derece artmış olsa kim bilir kaç ülke karlar ve buzların erimesiyle birlikte Nuh tufanına benzer bir durumla sulara gark olup haritadan siliniverecektir. Bunun için sıcaklığın belirli derecelerde muhafaza tutulduğunu gösteren en bariz gösterge çizelgesi güneş sabitesidir. Bilindiği üzere yeryüzüne ulaşan güneşin yaydığı radyasyon enerji miktarı güneş sabitesi ölçüm tablosu ile tayin edilmektedir. Şöyle ki; bir radyan enerji bir cisim tarafından absorbe edilirse ısıya dönüşmekte. Dolayısıyla Güneş sabitesi ölçümleri atmosferin dış kısmında 1cm2’lik (bir santimetre karelik) dilimine tekabül eden yüzeyin toplam 24 saatte aldığı radyasyon enerjisinden açığa çıkan ısı kalori cinsinden hesap edilerek belirlenir. Bu hesaptan hareketle güneş ışınlarının atmosferin üst sınırına denk gelen enerjisi 1,94 cal/cm2 dakika (gün) olduğu tespit edilmiştir. Ki; buna güneş sabitesi denmektedir. Bir başka ifadeyle bir yüzeyin bir dakikada aldığı ısı veya enerji değeri güneş sabitesi olarak bilinip, bu değer takriben 2 kaloriye tekabül etmektedir. Hatta güneş sabitinin kısa dalga boylu radyasyonlarını %100 birim olarak kabul edersek, bu durumda radyasyon ışınları atmosferden geçtiğinde bulutlar vasıtasıyla % 24’ü uzaya (fezaya) yansıtılır ki, bu olay geri devir döngüsü olarak ifade edilmektedir. Zaten ortada geri dönmeyen bir enerji akımı olayı yoksa bir müddet sonra döngüsüz kalan bitkiler özümleme yapamayacaklarından bir anda hayatın dengesi allak bullak olacaktır. İşte görüyorsunuz ışık ışın olarak kalmamakta, bilakis canlı cansız varlık her ne varsa herkesim kendi payına düşeni alıp hayat yolculuğuna devam etmektedir. Derken ışığın %1,5 oranı bulut denilen hava molekülleri ve toz parçaları veya su damlaları tarafından emilmekte, geriye kalan % 25’i atmosfer tarafından (Bunun %14’ü atmosfer içinde dağılarak, diğeri % 10,5 ise yine atmosfer tarafından doğrudan kullanılır) yeryüzü için ulaştırılmış olup, % 7’si ise atmosfer tarafından uzaya gönderilen ışınlar olarak sahne almaktadır. Ayrıca ışınların % 15’i atmosferdeki gazlar (%3’ü ozon tabakası, %13 troposfer tabakası) tarafından emilmektedir (yutulur). Böylece gökyüzünden doğrudan yeryüzüne ulaşan kısa dalga boylu radyasyon ışınların yer aldığı istatiksel oran % 22,5’a tekabül eder ki, diğerlerini de buna ilave edip topladığımızda %100 rakamına ulaşmış oluruz. Anlaşılan o ki; direk veya diffuzyona (dağılma, yayılma) uğramış ışınlar gök kubbeden hoş seda ile yeryüzüne ulaştığında arz sathını ısıtıp akabinde toprağın bağrından yayılan % 4’lük arta kalan radyasyon ışınlarının yansıması sonucunda tekrar atmosfere dönmektedir. Ayrıca son araştırmaların ortaya koyduğu verilere göre de yeryüzünde bulunan % 114,5 oranında uzun dalga boya sahip radyasyonlar yukardakine benzer bir tablonun başka versiyonunu andırır aşamalarla geri gönderildiği tespit edilmiştir. Böylece atmosfer hem güneşten gelen hem de arzdan gelen radyasyonlara maruz kalarak sıcaklık kazanmaktadır. İşte bu model üreticilere örnek teşkil etmiş olsa gerek ki bu uğurda seralar kurularak güneşten gelen ışınlar camdan geçirilip toprağın ısıtılması sağlanmıştır. Yani toprak ısınınca radyasyon kanunların gereği olarak uzun dalga boy ışınları yaymaya başlayacaktır. Böylece bu ışınlar camdan geçemeyeceklerinden dolayı toprakla cam arasında kalan hava sıcaklığı turfanda sebzelerin yetişmesine fazlasıyla yetecektir.
Isının alt tabakalara geçişi
Yüce Allah (c.c) yeryüzü sathını kuruluk oranı ve soğukluk oranını belli bir ayarda yaratmıştır. Belli ki kuruluk oranı olması gerekenin dışında gelişi güzel boyutlarda olsaydı bir anda dengeler allak bullak olup yaşadığımız âlem kaskatı kesilecekti. Şurası muhakkak; normal fiziki şartlarda ısının alt tabakalara geçmesi toprağın ısı geçirgenliğine bağlı olarak seyretmektedir. O halde bu durumda toprağın özelliğini dikkate almak gerekiyor. Çünkü her yerde toprağın yapısı aynı değildir. Dolayısıyla bir maddenin ısı geçirgenliği ne kadar büyükse maddenin yüzeyi o oranda az ısınacak demektir. Hatta bir toprağın ısı geçirgenliği toprağın bileşimine ve taşıdığı su miktarına bağlı olarak bile değişebiliyor. Zira kuru ve havalandırılmış topraklarda geçirgenlik az olması nedeniyle sıcaklık üst tabakalarda tavan yapmaktadır. Bu yüzden sıcaklığın maksimum seviyeye ulaştığı ‘tepe noktası inversion’ olarak tanımlanırken, bunun tam aksine alt seviyede yer alan değer de ‘yer iniversin’ olarak tanımlanır. Nitekim ıslak topraklar ışığı aşağıya doğru ilettiklerinden dolayı toprağın üst yüzeyi devamlı olarak soğuk kalmaktadır. Bu arada topraktaki su miktarı değiştikçe hem ısı geçirgenliği hem de spesifik ısı değişecektir. Çünkü H2O havaya göre 30 kat daha büyük ısıyı iletmektedir.
Isı tekrar atmosfere geri verilmez
Yeryüzü güneşten aldığı enerjinin yanısıra aynı zamanda aldığı ışığı kızıl ötesi enerjisi (radyasyon-ışıma) şeklinde atmosfere transfer ederek atmosferin ısınması sağlanır. Normalde yeryüzüne gönderilen ışınlar tekrar atmosfere geri verilmemesi gerekir, ancak yeryüzünde ısı ışınlarının yansıması bazı faktörlere bağlı olarak gerçekleşmesi söz konusudur ki, bu faktörleri özetle şöyle sıralayabiliriz de:
a-Havanın nem miktarı
Bilindiği üzere güneş etkisiyle yeryüzünde buharlaşarak yükselen nem, havada sıvı haline (yoğunlaşma) dönüşmektedir. Böylece havadaki su molekülleri çoğaldıkça yeryüzünden gelen ışınları absorbe etme gücü daha da artmaktadır. Ancak fabrika bacalarından ve evlerimizin kalorifer kazanlarından yükselen dumanlar ve eksoz gazları atmosferin dengesini bozmaktadır. Çünkü her tür yanma hadisesi karbondioksit gazının yayılması demektir. Böylece yanan alevlerin ardından atmosferde aşırı gaz birikiminin tetiklediği dengesizlik güneşten gelen ışınları ister istemez değişime uğratarak günümüzde adından çok söz ettiren ozon tabakasının delinmesi gibi bir probleme zemin hazırlamakta. İşte bu tür problemler yumağı eşliğinde bir anda Yüce Allah; “Artık Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz” (Rahman,40) diye beyan buyurduğu ayeti celilenin mana ve ruhunun idrakiyle tabiat dengesinin başlı başına büyük bir nimet olduğunun farkına varırız.
b-Gökyüzünün berrak veya bulutlu olma durumu
Nemle yüklü sıcak havanın gök kubbede belirli bir yüksekliğe yükselmesiyle birlikte önce soğumaya başlar, akabinde su damlacıklarına dönüşür ve en nihayetinde dolu hale bürünür ki bu zincirlemesine gelişen oluşuma bulut denmektedir. İyi ki de bulut gibi doğal şemsiyemiz var. Hele bilhassa bulutların üst tabakası öyle muhteşem donanımla donatılmış ki, bir bakıyorsun güneşten gelen ışınları kendine has manevrasıyla uzaya geri yansıtıp dünyanın aşırı derecede ısınmasının önüne geçmektedir. Hiç kuşkusuz bulut bu manevrasını yaparken, yani yansıta bilirlik anlamında albedo görevi üstlenirken yalnız da değildir. Onun yanında aynı zamanda adeta gökyüzünü kapatırcasına konumlanan dağ yamacı, ağaç dalları gibi engellerde yansıyan ışınları azaltarak albedo olayına katkıda bulunurlar. Malumunuz açık çayırlarda hiçbir engelin olmaması dolayısıyla ormanlara göre alberdo oranı yüksek seviyelerde seyretmektedir. Hakeza kar yüzeyleri de öyledir.
c-Isınan yüzeyin cinsi ve renk durumu
Yeryüzüne düşen ışınların % 88’i yağan kar üzerinde tekrar atmosfere geri yansımaktadır. Tabii bu değer kışın müjdecisi kar beyaz tanelerin marifetiyle gerçekleşen bir değer ölçüsüdür. Toprak taneleri öyle değil elbet, Nitekim söz konusu yansıma ölçüsü kuru toprakta % 15–40, çayırda % 12–30, ormanda % 5–20, su yüzeyinde ise % 3–10 arasında vuku bulmaktadır.
d-Işınların yüzey durumu
Bilindiği üzere ıslak toprak kuru ve içerisi hava dolu topraktan daha fazla ısıyı iletme kabiliyetiyle donatılmıştır. Mukayese yaptığımızda mesela iletim kabiliyeti az olan topraklarda ısı sadece yüzeyde toplandığından mevcut olan ısı ancak geceleri atmosfere iade edilebildiklerini müşahede ederiz. Derken geceleri toprak yüzeyinin çabucak soğumasıyla birlikte fazla ısı kayıplarının varlığına şahit oluruz.
Toprağı saran hava tabakaları arasında yaşanan ısı alışveriş durumu
Toprak nedir diye sual edildiğinde hiç kuşkusuz taş ve topraktan meydana gelmiş 50 km’lik kalınlıkta litosfer üzerinde ki örtü tabakasına toprak denildiği herkesin malumu bir tariftir. Tabii tariften ziyade bizi daha çok toprağı saran hava tabakaları arasında yaşanan ısı faaliyetleri daha çok meraklandırıyor dersek yeridir. Öyle ya madem litosfer tabakası toprak örtüsüyle kaplı, o halde toprak arasında ısı akımını sağlayacak bir donanımın var olup olmadığı merak etmek son derece gayet tabii bir durumdur. Hiç kuşkusuz merak ettiğimiz o donanım var zaten. Şöyle ki toprağı saran hava tabakaları arasında cerayan eden ısı alışverişi doğrudan doğruya daha soğuk veya daha ağır olan hava tabakalarla birlikte hafif veya daha sıcak olan tabakaların üzerine uzandığı artık bir sır değil. Derken bu tabakalar arasında ısı alışverişi sayesinde ısı dengelenmiş olur. Bu arada ısı alışverişi bize aynı zamanda toprakta enerjinin var olduğunu hatırlatmaktadır. Böylece bu hatırlamanın akabinde toprağın bağrında külli irade tarafından elektrik yüklenmiş nizami enerjinin farkına varmış oluruz.
Buharlaşma ısısıyla ilgili olan ısı kaybı
Hiç kuşkusuz buharlaşma enerjisi güneş sayesinde gerçekleşen bir hadisedir. Güneş ışınlarının toprak yüzeyinin ısındırmasına paralel olarak buharlaşmayla birlikte ister istemez nem oranı değerleri de değişebiliyor. Yani bu demektir ki toprağın ısı geçirgenliği ve kendine has özel ısısı azaldıkça o nisbet de toprak ortamı daha da fazla ısınmaktadır. Keza bir yandan toprak tarafından emilen ısının büyük bir kısmı buharlaşıp atmosfere yükselirken diğer yandan da çöllerden yükselen tozlar, karasal kaynaklı humuslar, volkan dumanları ve deniz kaynaklı tuz kristalleri ve daha pek çok zerrecikler havaya karışarak yoğunlaşmış bir halde çekirdek oluşturabiliyorlar. Derken buharlaşan nem ve yoğunlaşmış çekirdeklerin atmosferde bir araya gelip reaksiyona girmesiyle birlikte buluta dönüşmektedir. Böylece atmosferde bulutlaşmanın tüm fiziki şartlarının tamamlanmasıyla birlikte yeryüzü bir anda rahmet yağmuruna kavuşmaktadır. Ayrıca bir başka dikkati çeken husus ise yeryüzü sathından geri dönen uzun dalga boylu ışınlarının havadaki nem sayesinde yutulup arta kalanının ise uzaya salınması olayıdır. Her ne kadar bu olay bize sıradan bir faaliyet gibi gelse de aslında kazın ayağı hiçte öyle değil, tam aksine bu durum güneş ve dünyanın birlikte ele ele verip gerçekleştirdiği muhteşem devr-i âlem denge turu mucizesinin ta kendisi bir hadisedir. Zira Yüce Allah (c.c) “Göğü o yüceltti ve dengeyi koydu” (Rahman, 7) diye beyan buyurmakta.
Vesselam.
En son alperen tarafından 16 Eki 2021, 19:30 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

Re: EKOLOJİ MUCİZESİ-2

Mesaj gönderen alperen »

ISI VE İKLİM MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
Hayat için gerekli olan sıcaklık, toprak, hava ve suyun hep birlikte uyum içerisinde olması gerekir. Nasıl ki solunum sistemi için temiz hava bir nefes sıhhat gereklilik şartsa, ab-ı hayat için su da olmazsa olmaz diyebileceğimiz en elzem bir gerekliliktir. Hakeza konu başlığımız ısı da öyledir. Ancak unutmayalım ki hayat için gerekli olan ısıyı güneşten ayrı bağımsız olarak asla düşünemeyiz. Güneşle adeta içli dışlı gibidirler.
Bilindiği üzere güneşten gelen ışığın yeşil bitki örtüsü üzerinde yansıma oranı % 50 civarında olup diğer geriye kalanı da fotosentezde kullanılmak üzere absorbe edilmektedir. Şöyle ki; ışık başlangıç itibariyle bitkinin bünyesinde tek yönlü enerji olarak ilerlerken daha sonraki aşamalarda bitkinin bünyesinde absorbe edilerekten bir takım kimyasal reaksiyonların tetikleyicisi olur. Böylece ışık sayesinde bir yandan fosfor, sülfür ve magnezyum gibi maddeler teşekkül ederken diğer yandan da bitkilerle beslenen canlılara vitamin ve gıda olunur. Üstelik canlı âlem ışığın marifetiyle üretilen bu hayati öneme haiz maddeleri vücutlarına aldıklarında hem kendi metabolizmik faaliyetleri için kullandıkları gibi hem de dışarıya karbondioksit salaraktan fotosentez döngüsüne katkı sunmuş olurlar. Derken ışık sayesinde bitkiler tarafından üretilip kullanım hale gelen bu inorganik madde transferi dönüşümü nesilden nesile devam eder de. İşte bu noktada tüm canlı organizmaların vücut yapılarında ve hücrelerinde yapıcı ve yıkıcı nitelikte işleyen tüm kimyasal değişim ve dönüşüm tepkime süreçlerinin her biri Fransızca besinlerin organizma tarafından özümsenmesi süreleri manasına gelen ‘metabolizma’ olarak karşılık bulur.
Her neyse, ister adına özümsenme densin ister metabolizmik faaliyetler densin hiç fark etmez sonuçta tüm vücut içinde cereyan eden her çeşit yapım ve yıkım faaliyetlerin kaynağı ışığa dayanmakta. Mesela kendimizi bir an ormanlık alanlarına attığımızı varsayıp araştırmaya koyulduğumuz da ısı emilimi noktasında bir ormanda en fazla ısı ışınlarının emildiği alanların ağaçların tepe noktaları olduğu gerçeği ile yüzleşeceğiz demektir. Ve yüzleştiğimizde de ister istemez bu kez aklımıza ikinci bir araştırma konusu takılacaktır. Öyle ya, madem ağaçların en tepe noktaları en fazla emilmeye müsait kısımlar olduğu gözüküyor, o halde bu durumda Tropikal iklim kuşağındaki sıcak ülkelerde konumlanan ağaçlar nasıl oluyor da kendilerini aşırı bunaltıcı sıcaklardan koruyabiliyorlar sorusunun akla takılması son derece gayet tabii bir durum. Hiç şüphe yoktur ki bunun cevabı Yüce Allah’ın (c.c) her bir bitki türünün yaşadığı bölgeye göre kendilerine serinletecek donanımlı kılmasında kodludur. Nitekim Yüce Allah (c.c), bitkileri soğuktan korumak için kimine kalın kürk, kimine yumuşak kürk ihsan ederek hayatiyetlerini halk ettiği gibi bitkilerin bunaltıcı sıcaklardan korumasına yönelikte farklı donanımlarla donatarak korunaklı kılmıştır. Misal mi? İşte kaktüslerin en tepe noktasındaki sürgün kısmı bir yandan boy atarken diğer yandan da boy atmanın verdiği enerjik ısının oluşturduğu terlemeyle kendi kendini gölgelendirebiliyor olması bunun en bariz misalini teşkil eder. Kaldı ki terleme tertibatı olmasa da bir bakıyorsun Neoraimondia Gigantea türünden kaktüsün köşegenli yapıda olması bir tür ona gölgelik avantajı sağlayaraktan aşırı sıcaklıklardan korunmasına ziyadesiyle yetiyor. Hakeza Kanarya adalarında yaşayan Euphorbia Canariensis adında kaktüs bitkisi de öyledir. Hadi diyelim ki bir kısım bitkilerde gölgelik tertibatı yoktur, çokta önemi yoktur. Zira Yüce Allah (c.c), dünya sathında yarattığı öyle de bitkiler var ki, bir bakıyorsun yapraklarına yerleştirilen otomatik termostat diyebileceğimiz türden serinletici buharlaşma sistemi sayesinde güneşin kavurucu sıcaklığına karşı kendilerini koruma altına alabiliyorlar.
Evet, ısı deyip es geçmemek gerekir. Nitekim bilim adamları önemine binaen bitki topluluklarını bulunduğu ortamın ısı şartlarını da göz önünde bulunduraraktan açık bitki toplulukları, kapalı küçük boy bitki toplulukları, kapalı yüksek boy bitki toplulukları ve yüksek boy bitki toplulukları (ormanlar) şeklinde dört grup başlık altında incelemeye alıp özetle özelliklerini şöyle ortaya koymuşlardır:
-Açık bitki toplulukları adından da anlaşıldığı üzere bu tür bitkilerde ısınma hadisesi toprak yüzeyinin kısmen bitki örtüsüyle örtülü olması hasebiyle güneşten gelen ışınların sadece toprak üzeri görünen yüzeylerine sirayet etmesiyle vuku bulacaktır. Tıpkı çorak topraklarda olduğu gibi ısınma gerçekleşecektir.
-Kapalı küçük boy bitki toplulukları dendiğinde malum yabani otlar, kısa çimenler ve 20 cm’ye kadar olan bitkiler grubuna giren topluluklar akla gelmektedir. İster istemez bu özelliğe sahip bitkilerde ısınma hadisesi güneşten gelen ışınların daha toprağın derinliklerine nüfuz etmesine fırsat vermeden, yani gelen ışığı absorbe etmeleriyle vuku bulacaktır. Böylece bu sayede küçük ve alçak olan boylarını muhafaza eden bitkiler olarak adından söz ettirmiş olurlar.
- Kapalı yüksek boy bitki toplulukları ise adı üzerinde kapalılıkla meşhurdurlar. Hatta değim yerindeyse sorsan adın ne diye, cevaben susmayı tercih edip asla konuşmazlar, kapalı kutu gibidirler. Olsun yine de biz onların kapalı kutu olmalarına aldanmayalım, bir bakıyorsun boyları 1 metreye kadar bulan bitkiler olarak, yani “yüksek boylu kapalı bitki topluluklar” olarak adından söz ettirebiliyorlar. Öyle ki bu tür gruplarda ısınma hadisesi daha çok hububat tarlalarında uzun otlaklar, çalılar olarak neşet bularak vuku bulmakta. Özellikle bu gruptakiler için ısı ışınlarının en fazla tesir ettiği bölge bitkinin 1/3’ü olan üst kısımları olmaktadır.
-Yüksek boy bitki toplulukları ise ormanlık alanları oluşturmakla meşhur ağaç topluluklarıdırlar. Ki, daha önce ormanları oluşturan ağaçların en tepe kısımlarının yine en fazla ışık alan kısımlar olduğunu belirtmiştik. Ancak orman alanını oluşturan ağaçlar sık sık olarak değil de seyrek halde kaplıysa bu durumda ısınma hadisesi seyrek ağaçlar arasından sızan ışınlar toprak yüzeyine kadar nüfuz edip ikinci bir maksimal bölge oluşturarak vuku bulacaktır. Hatta böylesi seyrek bitki örtüyle kaplı alanlarda geceleri ısının düşmesiyle birlikte soğuk hava akımı hızla aşağılara nüfuz ederekten toprak zemininde minimal düzeyde sıcaklık şartların oluşmasına yol açacaktır. Hava akımlarının doğrudan ağaçların gövdelerine sirayet eden orman alanlarında ise malum bu kez bambaşka ısınma hadiselerin vuku bulacağı bir başka iklim şartların oluşmasını beraberinde getirecektir. Sonuçta hangi iklim şartlarıyla karşı karşıya kalınırsa kalınsın bu tür orman alanlarında gövdenin kabuk kısımları ağaçları dış faktörlerden korunaklı kılmaya yeter artar da. Bu arada gövde sadece korumak için mi vardır derseniz, elbette ki yaradılış gayesi gereği koruma vazifesinin yanı sıra daha pek çok hayati fonksiyonları icra etmek içinde misyon üstlenmiştir. Şöyle ki ağaç gövdesinde kesit alıp mikroskobik incelemeye aldığımızda iç kısmın halkalardan oluştuğu gözlenir ki bu halkalar aynı zamanda ağacın yaşını da belirleyen işaretler olarak karşımıza çıkar. Hele iç halkaların merkez konumunda ki çekirdek kısmın sert olması hasebiyle etrafındaki dış halkalardan su sızmasına geçit vermemesi de bir bambaşka yaratılış mucizesi olarak karşımıza çıkar. Hatta bir başka dikkatimizden kaçmayan yaratılış mucizesi ise çekirdek kısmının adeta kurşungeçirmez yelek özelliği yönüyle gövdenin çürümesinin önüne geçiliyor olmasıdır.
Peki, yaratılış mucizesi iyi hoşta, bu mucizevi hadise sadece bitki gövdesinin iç halkalarıyla mı sınırlıdır, hiç kuşkusuz iç halka ya da dış halka hiç fark etmez her yaratılan varlık bütün yapısıyla da Allah’ın mucizesi şahika eserdirler. Ne var ki kullar olarak bizler bu gerçeği kimi zaman idrak etmekten aciz kalıp sadece olağan üstü hadiseler vuku bulduğunda hemen mucize kavramına sığınmaktayız. Hem şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki; bir şeyin dışı iç yansımanın bir ürünüdür. Keza mucize noktasında da iç dış bir bütün olup bu demektir ki cemi cümlenin tamamı yaratılış mucizesidir. Nitekim dış halkalarda iç güzelliğin gereği hem köklerden iletim kanalları yoluyla gelen suyun ve besi suyunu belirli oranlarda dallara pay etmeleri cihetiyle de başlı başına mucizevi bir eser olduğunu çoktan hissettiriyorlar. Kelimeni tam anlamıyla iç ve dış etle tırnak misali birbirinden ayrılmaz bir şekilde gövdeye katkı sağlayarak mucizevi eser olduklarını gösterirken bu arada gövdeye bağlı dallar da kendi payına düşenden nasiplenip kendine bağlı yapraklarıyla birlikte serinlemek isteyenleri selamlayaraktan mucizevi eser olduklarını göstermektedir.
Şu da var ki orman alanlarında bitki örtüsü sıklaştıkça toprak zemini üzerinde günlük sıcaklık göstergelerinin değişimi de o nisbette küçüldüğünü gözlemlemekteyiz. Ayrıca bitkiler tarafından emilen ısı enerjisinin cüzü miktardaki kısmın karbondioksit asimilasyonu için kullanıldığını, aslan payının transprasyon için kullanıldığını, geriye kalanın ise çevredeki hava ve ısı alışverişinde kullanılmak üzere transfer edildiğini gözlemlemekteyiz. İşte görüyorsunuz ısı enerjisi nerede kullanılırsa kullanılsın sonuçta bir bitkinin çoğu karbon maddesinden teşekkül ettiğine göre ısının kullanımı noktasında kendisi için değil bilakis daha çok kendi dışındakiler için kullandığı gerçeğini değiştiremeyecektir. Değim yerindeyse bitkiler kendi hal lisaniyle “Hizmet nimettir” mesajı vererekten kendisinden daha ziyade başkaları için karbondioksiti (CO2) asimile etmek için kendilerini adamış gözükmektedirler.
Sıcaklık rezistansı
Bilindiği üzere güneş ışınları 150.000.000 kilometre öteden atmosferden filtre edilerek dünyamıza arınmış halde nüfuz etmektedir. Her ne kadar nüfuz eden ışınlar kimi zaman aşırı sıcaklar halinde insanın canından bezdirecek halde bunaltsa bile her külfetin birde nimeti olduğunu unutmamak gerekir. Dolayısıyla o kadarını da hoş görüp güneş ışınlarının gerek toprağın derinliklerine gerekse denizin derinliklerine kadar nüfuz ederekten sızıp hayat enerjisi olarak baş tacımız olacaktır hep. Hem kaldı ki her şey zıddı ile bilinir ya, aynen öyle de aşırı sıcaklıktan bazen bunalmamız gerekir ki serinlemenin kıymetini bilmiş olalım. Öyle ya güneş bir bakıyorsun bizi aşırı sıcaktan bunalttığı gibi bir bakıyorsun yeryüzünde oluşturduğu buharlaşma hadisesiyle gökte oluşmasına vesile olduğu masmavi bulutlarıyla bize serinletici şemsiye olmakta. Yetmedi her şeyden öte birinci derecede büyük bir enerji kaynağımız olarak bizi her daim selamlamakta da. Burada bitkilerin enerji yönden rolleri malum yukarıda da belirttiğimiz üzere güneş sayesinde elde ettikleri enerjiyi kimyasal enerjiye çeviren bir aracı eleman olarak tüm canlı âleme hizmet etmiş olmalarıdır.
Elbette ki her canlıda olduğu üzere bitkiler de aşırı ve kavurucu sıcaklıklardan olumsuz etkilenmekteler. Zira bitkilerin yüksek temperatüre dayanma kabiliyetlerine sıcaklık rezistansı denmektedir. Şayet bir yerde sıcaklık değerleri 60 veya 60 üzeri santigrat derecelere gelmişse ora da canlı bir hayattan artık söz edemeyiz. Bu türden aşırı sıcaklıklara karşı her canlı kendi çapında direnç göstermeye çalışsa da nereye kadar direnç gösterebilir ki, nihayetinde genelde ölüm kaçınılmaz alın yazısı olur. Hiç kuşkusuz ideal bir hayat için ne aşırı sıcaklık işe yarar, ne de aşırı düşük sıcaklık. Mutlaka sıcaklığın optimal düzeylerde olması gerekir ki normal hayat devam edebilsin. Zira aşırı sıcaklıkların hemen her canlı üzerinde olumsuz yönde metabolik bozukluklara yol açtığı malum. Her ne kadar düşük sıcaklıklar pek çok canlının vücut ikliminde metabolik bozukluklara yol açmasa da şu da bir gerçek soğukluk canlı âlemin gelişimine mani bir durum ortaya çıkarabiliyor. Ancak gelişim bakımından bunun istisnai durumları da söz konusudur. Şöyle ki, bir takım mikroskobik canlılar da tabir caizse bulundukları dağlar üşür, ovalar üşür, topraklar üşür, yaslandığı taşlar üşüdüğü halde kendilerine gelince tam aksine çok düşük sıcaklıklara karşı dayanıklılık gösterip çok rahatlıkla hayat yolculuğunda gelişim gösterebiliyorlar. İşte bu tip istisnai durum mikro canlılardan hareketle bazı bilim adamları hayattan ümidi kesilmiş olan hastalara buz aküsü destekli dondurucu soğuk iklim şartlarına tabii tutaraktan bir süre yaşatmak arzusunu taşısalar da maalesef bu yönde yapılan denemeler her seferinde fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Zira düşük sıcaklık ileriye doğru bir gelişim kaydetmiyor, bikere adı üzerinde donduruculuk, yani hayatı durdurmaya yönelik donduruculuktur bu. Anlaşılan o ki, canlıların gelişimi için mutlaka hem ısı dengesine hem de enerjiye ihtiyaç vardır. Kaldı ki her canlı için gerekli olan enerji yaratılışında yeterince bünyesine kodlanmış zaten, hele ki bitkilerde bu enerji kodu daha fazlaca dersek yeridir. Bakınız Allah Teâlâ bu hususta tüm canlılara hem soğuktan hem de sıcaktan koruyacak yuvalar halk ettiğini ve cümle âlemin enerjik olduğunu mealen şöyle beyan etmekte: “Yeri de (Bak biz dört mevsim hep) Biz döşeyip-yaymaktayız, (hala görmüyor musunuz ki) ne güzel ve mükemmel (yaratıp) döşeyici(yiz) iz” (Zâriyât, 48).
İşte cümle âlemin enerjisini sağlayan sıcaklık rezistansı malumunuz primer sıcaklık rezistansı ve sekonder sıcaklık rezistansı olarak iki şekilde incelenir:
-Primer Sıcaklık rezistansı protoplazmanın yüksek sıcaklıklara karşı gösterdiği dayanıklılık mukavemet direnci demektir. Dolayısıyla bir protoplazmadan sümüklü böceğe kadar her tür canlının göstereceği bir dayanıklılık mukavemet direnç sınır noktası söz konusudur. Hele bu sınır aşılmaya bir görsün, bak o zaman kızılca kıyameti. İşte o kızılca kıyametin kopmaması adına bu söz konusu mukavemet (dayanıklılık) dengesi içerisinde her canlının hayata tutunmada oynayacağı rolün elbette ki küçümsenemez noktada direnç gösterdiğini söyleyebiliriz.
-Sekonder sıcaklık rezistansında (yapısal sıcaklık rezistansı) bir takım bitkilerin kendini yaşatacak, ayakta durmasını sağlayacak morfolojik strüktür yapısı veya transpransyon mekanizmalarıyla yüksek sıcaklığın öldürücü etkilerinden koruyabildikleri gibi bünyesinde mevcut iletim şebekesi mekanizmalarıyla da taşıdığı suyu ekonomik olarak dengede tutabiliyorlar da. Zaten dengede tutmaları da gerekir ki bilhassa belli bölgelere has narenciye, pamuk, çay, tütün, üzüm, fındık gibi bitkiler o bölgelerin ürünü olarak yetişebilsin.
İKLİM
İklim ölçümleri bilindiği üzere meteorolojik uzmanlar tarafından atmosferin ilk tabakası olan troposferde meteorolojik balon yöntemiyle ölçümlenmekte. Ve bu ölçümler günde iki kez incelenip ortalaması alınarak ölçüm tayini yapılır. Belli ki kâinatın yaratılışında sadece kâinatın kendisi değil ezelden ebede ikliminin nasıl olacağı da kodlanmıştır. Hele bu iklim kodunun şifreleri çözüldükçe ilahi program gereği okyanuslardan buharlaşan suyun uçup kaybolmadığını bilakis iklim kodlaması içerisinde sirkülasyona tabi tutulup yine dünya iklimine yağmur, kar ve dolu olarak geri dönüş yaptığı gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Hakeza ısınma hadisesi de öyledir. Nitekim atmosferde alçak ve yüksek basınç sistemlerinin ürettiği kuzey-güney istikametinde yer alan konveksiyon akımların veya tropoz ara katmanında (troposferin son bulduğu stratosferin başladığı alan) yer alan rüzgâr akımlarının etkisiyle ısınma denen hadisenin bir yerlerden bir yerlere kütle halinde taşınmayla vuku bulduğu bilinen bir gerçekliktir. Öyle ki uzmanlar bir yandan kuzey enlemlerde soğuk hava dalgası şeklinde aşağılara doğru düşük sıcaklık halde yansıdığını gözlemleyip tespitte bulunurken diğer yandan da güney enlemlerde sıcak hava akımı şeklinde atmosfere doğru yüksek sıcaklık olarak yansıdığını gözlemleyip tespitte bulunmuşlardır. Derken uzmanlar tespitte bulundukları donelerden hareketle sıcak hava akımlarıyla soğuk hava akımlarının karşılıklı yer değiştirmeleri neticesinde her bölge kendi payına düşen veya nasipleneceği iklim klimasının günlük ya da haftalık ne olabileceğini hava tahmini şeklinde önümüze koyabiliyorlar. İşte önümüze konulan hava tahmini raporlarından da anlaşıldığı üzere tıpkı cemrede olduğu gibi güneş ışınlarının önce havaya, sonra suya ve en nihayetinde toprağa düşerekten ısınma hadisesinin gerçekleştiğini öngörebiliyoruz. Sadece ısınma mı, işin içinde elbette ki ısınan havanın hafifleyerek yeryüzünde yükselmeye başlamasıyla birlikte yerini soğuk hava tabakasına bırakmakta vardır. Bu sayede havaların soğuyacağını ön görebiliyoruz da. Yine hava raporlarına bakaraktan rüzgârın esip esmeyeceğini de ön görülebilmekte. Bilindiği üzere karşılıklı hava akımlarının yer değişmeleriyle rüzgâr denen hadise vuku bulmakta. Misal mi? Mesela deniz üzerindeki soğuk hava tabakasının karadan yükselen sıcak havanın yerini alaraktan sahil şeridine dalga halinde akması rüzgâr hadisesinin tipik bir dalgalanma örneğini teşkil eder. İyi ki de denizde dalgalanmalar olmakta, bu sayede bilhassa yazın bunaltıcı sıcaklar eşliğinde sahil boyunca serinletici bir iklim oluşturmakta. Bu arada unutmayalım ki, güneşin yeryüzündeki havaya hareket manevrası vermesi de rüzgâr oluşumu olarak tanımlanmakta. Hele ki bariz bir şekilde gözle görülür rüzgâr esintisini de malum atmosferin değişik basınç sistemlerin etkisi altında ısınmasından kaynaklanan farklılıkların bir döngü içerisinde hava hareketi tarzında vuku bulmasıyla gözlemleriz. Böylelikle rüzgârların iklimlerin oluşmasında büyük ölçüde aktif rol oynadığını fark etmiş oluruz. Dahası rüzgârlar denizlerin nemli havasını her yönden estirme yetenekleri sayesinde adına ister poyraz, ister lodos, ister alize rüzgârları denilsin her türden değişik yelpazelerini karalara, dağlara, ovalara, ormanlara taşıyabiliyor da. Hatta hava akımları esmekle kalmayıp uzaydan gelen (+) ve (–) iyon yüklü parçacıkları, meteorları ve güneşin ültraviyole gibi zararlı ışınları filtre ederek canlılar için tertemiz bir iklim yaşatmaya vesile oluyorlar. Zira Yüce Allah (c.c) rüzgârla ilgili ilginç sırları vurgulayan kelamın da; “Rüzgârı (değişik yönlerden) estirmesinde aklını kullanan topluluklar için pek çok ayetler (sırlar) vardır” (Casiye suresi ayet–5) diye beyan buyurduğu gibi bir diğer kelamında ise “ Biz aşılayıcı rüzgârlar gönderdik. Gökten de bir su indirip onunla sizleri sıvardık” (Hicr, 22) diye beyan buyurmaktadır. Dahası dünyanın 363 milyon kilometre karesini (km2’sini) denizler ve 148 milyon kilometre karesini de karalar oluşturmaktadır. Bunu yüzdeye vurduğumuzda denizlerin % 71’lik ve karaların da % 29’luk bir alanı oluşturduğu ortaya çıkar ki, işte bu verilerden hareketle dünya sathındaki iklimin ekolojik bakımdan makro iklim, mezo iklim ve mikro iklim diye üç ayrı kategoride tasnif edilir.
-Makro iklim (Meteorolojik veya bölge iklimi):
Makro iklim meteorolojik merkezlerce tayin edilir. Bu iklime mahsus canlılar bu bölgelerde hayatiyet kazanırlar. Dolayısıyla kutuplarda yaşayan penguenleri çöl ikliminin hâkim olduğu bölgelerde yaşatamayacağınız gibi bunun tam aksine bir kelebeği de kutuplara hapsedip yaşatamazsınız.
-Mezo iklim (lokal iklim):
Mezo iklim orman, çöl gibi özel tip ortamların iklimidir. Elbette ki bu iklim şartlarına adapte olmuş canlılar için mezo iklim bulunmaz bir fırsat olacaktır.
-Mikro iklim:
Mikro iklim organizmaların vücut yüzeyi ile doğrudan ilişkili iklimdir. Bu klimaksın özellikleri ancak özel bir sistem yoluyla tanınır. Mesela devamlı güneş altında kalan kayalarla ağaç altında veya su kenarında bulunan kayalar arasında farklı klima etkisi altında olduğunu görürüz. Keza toprak altı yuvalarının toprak sathına yatkın yüzeyi ile alt yüzeyi arasındaki mikroklimatik şartlarında farklılık arz ettiği gibi bir duvarın yüzeyi ile alt yüzeyi arasındaki mikroklimatik şartlar içinde farklılık sözkonusudur. Hatta konumlandığı bakış yönü bakımdan da öyle olup mesela bir duvarın alt ve üst yüzeyi olsun hiç fark etmez kuzeye bakan yüzü farklı mikro iklim tesiri altındadır. Tüm bu örnekler bize gösteriyor ki birbirinden farklı fiziki şartlar asla göz ardı edilemeyecek unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak şu da var ki, bir yamacın taşıdığı su miktarı yön tayinine göre büyük bir değişiklik göstermez. Çünkü her tarafı güneşten gelen dik ve yayınık ışınlara maruzdur. Zira yamaçların farklı pozisyon almasına neden olan asıl etken unsur coğrafi enlemlerdir. Nitekim ekvator bölgesinde güneş tam tepedeyken yön farkı ortadan kalkıp, en fazla ısı ışınları öğleden evvel ve öğleden sonra doğu ve batı yamaçlarına alındığı gözlenir. Ekvatordan uzaklaştıkça kuzey yarımkürede güney yamaçların ısınır olduğu gözlenirken, güney yarım kürede ise kuzey yamaçların en fazla ısınan bölgeler olduğu gözlenir. Bu arada kutuplara doğru gidildikçe de güneşten gelen dik ışınların git gide azalıp yerini yayınık ışınlara bıraktığı gözlemlenir. Yani bu demektir ki kutuplar da yöne bağlı olan sıcaklık farklılıkları fazla farklılık arz etmeyip sadece deniz seviyesinden yükseldikçe yayınık şekilde ışınların azalması söz konusudur.
Peki, yamaçlara doğan ışınların oluşturduğu ısınma etkisi nedir ne değildir denildiğinde, buna cevaben olarak hele bilhassa orta enlemlerde görenleri hayretler içerisinde bırakacak derecede farklılık arz ettiği görülecektir. Nitekim buralarda güney yamaçlardaki bitkiler ilkbaharda çiçek açtığı görülürken kuzey yamaçlarda ise tam aksine yaz ortalarına kadar hala karla kaplı olduğu görülür. Mesela yine bir bakıyorsun Orta Avrupa da olduğu gibi güneş ışınları yamaçların eğimine doğru düştükçe enerji miktarı da o nispette değişiklik arz ettiği görülmekte. Şu bir gerçek; güney yamaçlara güneş ışınları hem uzunlamasına hem de dik olarak düşerken kuzey kısımlara ise daha zayıf bir şekilde düşmektedir. Keza ışınların düşüş durumuna göre ağaç cinsleri de bulunduğu konuma göre değişik konumlanma göstermektedir. Nitekim bir bakıyorsun soğuk vadilerin en üst yamaçlarında iğne ve geniş yapraklı ağaçlardan oluşan ormanlarla kaplı olduğu sıkça görülürken vadi tabanına inildikçe ormanların yerini çalıların ve otlakların yer aldığı görülür. Böylece tüm bu örneklerden çıkaracağımız sonuç şudur ki; güneş ışınlarının yeryüzüne düşüşü ne denli ölçüde dik düşüyorsa o nisbette de düşen ışığın oluşturacağı ısı enerji miktarı da o nisbette artmaktadır. Öyle ki bu durumu güneş tam zenit’te (tepe noktasında) iken ısı enerjisinin artış kaydettiğini gözlemlemek pekâlâ mümkün de.
Bilindiği üzere dünyamız hava denilen gaz karışımıyla birlikte çepeçevre sarılıdır. Hele bilhassa dünyanın engebeli arazilerinde soğuk hava akımlarının ağır gaz diyebileceğimiz türden hava katmanı oluşturduğu içindir çukur alanlara inme eğiliminde olduğu gözlemlenmiştir. Geceleyin ise gaz basıncının etkisiyle toprak sathı hızla soğuyacağından bu soğuk hava kütlesi çukur alanlara doğru daha çok birikim sergileyecektir. İşte bu nedenledir ki çukurlara doğru akaraktan oluşan soğuk hava birikintisi Soğuk dolin (soğuk çukur) olarak tanımlanır. Yükseklerde de soğuk dolinin tam aksine sıcak hava birikimi söz konusudur. Dolayısıyla bu gözlemlenmiş bilgilerden hareketle soğuk dona karşı hassas olan bitkilerin yetiştirilmesinde arazi şekli mutlaka dikkate alınması gerekmektedir. Aksi halde etrafı dağlarla çevrili meskûn yerlerde soğuk dolinler ister istemez meyve ağaçlarını ve üzüm bağlarını ya da bir başka türden yetiştirilen ürünleri doğrudan olumsuz yönde etkileyip üreticilerin zarara uğraması kaçınılmaz olacaktır. Bu demektir ki, bu tip arazi alanlarda ziraat ve tarımla uğraşan üreticilerin mutlaka soğuk havanın birikintisinin yol açacağı zararlara karşı bir takım sulama metotlarını devreye sokmaları gerekecektir.
İzoterm (eş sıcaklık eğrisi)
Yeryüzünün sıcaklık durumunu bilhassa deniz seviyesinde aynı yükseklikte yerleri birleştirmek suretiyle ortaya konan grafiksel sıcaklık eğrilerine izoterm (eş sıcaklık eğrisi) denmektedir. Söz konusu grafiksel eğrilerin bize gösterdiği bir gerçeklik vardır ki; o da malum hava sirkülasyonu (hava dolaşımı) denen hadisenin ne sürekli yağış halde seyrettiği, ne de sürekli kuraklık yönünde seyrettiğidir. Gerçek olan 4 mevsimli iklim klimanın dönüşümlü olarak yaşandığı gerçeğidir. Ayrıca mevsimsel iklimlerin yanı sıra ilahi bir güç tarafından yeryüzünün nizami bir şekilde beş sıcaklık eğri eksen üzere ayarlandığını görmekteyiz ki bu söz konusu iklim bölgelerinin özelliklerini özetle şöylece tanımlayabiliriz de:
-Ekvatoral iklim bölgesi:
Bu iklim kuşağının yıllık sıcaklık eğrisi değişmeleri minimal düzeylerde olup aylık ortalama sıcaklık değerleri 24 -28 santigrat dereceler seviyelerinde seyretmektedir.
-Tropikal iklim bölgesi (dönence):
Bu iklim kuşağı ekvatorun 23 santıgrat derece güneyi ve kuzeyinde bulunan paralel çevreyi alan bölgeyi içine almaktadır. Buralarda sıcaklık eğri düzeyi maksimal düzeylerde değişiklik arz edip ortalama sıcaklık değerleri 23,2-24,7 santigrat dereceler seviyelerinde seyretmektedir.
-Subtropikal iklim:
Muhtemeldir ki kâinatın ilk yaratılışında iklim özelliği suptropikal bir iklim kuşağı hâkim olup, aynı zamanda yeryüzü üzerindeki karaların kapladığı alanın şimdikinden çok daha büyük olduğudur. Dolayısıyla böylesi bir iklim kuşağına bağlı olarak dünyanın yaratılış yıllarında bitki florası bakımdan zengin olduğunu tahmin etmek çokta zor olmasa gerektir. Nitekim bugün yeryüzünün kömür yatakları bakımdan zengin olması tahminlerimizin doğrular niteliktedir. Bu durum bize o devirlerde yaşayan organizmaların C-14 (karbon -14)/ C-12 (karbon12) oranının etkisi altında yaşadıklarının ipucunu vermektedir. Bilindiği üzere bugün subtropikal iklim 25-40 santigrat derece enlemleri arasında uzanan bölge kapsamı içerisinde olup, yıllık ortalama sıcaklık değerleri 17,4-19,3 santigrat derece arasında seyretmektedir. Bu yüzden buralarda sıcaklık değişmeleri çok büyük değişiklik arz ettiği içindir geceleri sık sık don olayı yaşanmaktadır.
-Ilıman iklim:
Ilıman iklim kuşağı kutuplarla subtropikal arasında yer alan sahadır. Dolayısıyla yıllık sıcaklık ortalaması 10 santigrat derece arasında sabitlenmektedir.
-Kutup iklim Bölgesi:
Kutuplara yakın kısımların büyük çapta buzullarla kaplı olduğu dönemlere bakıldığında ekvatora yakın enlemlerin aşırı bir yağmur aldığı anlaşılmaktadır. Hatta o dönemlerde çöller ve uçsuz bucaksız sahralar bile sular içerisinde yüzüyordu. Hakeza bütün göller ve iç havzalar da öyleydi. Çünkü kâinatın ilk yaratılış safhasında dünyamız adeta şiddetli fırtınalardan ve yağışlardan geçilmiyordu. Öyle ki yaşadığımız dünyanın tedrici bir şekilde en nihayet su dengesine kavuşması Nuh Tufanının bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Şimdi su dengesi sayesinde kutuplarda temperatür yılın büyük bir kısmında sıfır santigrat derecenin altında seyretmektedir. Dolayısıyla kutuplarda hiçbir zaman sıcaklık 10 santigrat dereceye yükselememiştir. Zaten yükselmesi demek yeni bir Tufan hadisesinin yaşanması demektir. Bu yüzden su dengemizi sağlayan Yüce Allah’a ne kadar şükretsek o kadar azdır. Hatta kâinatta öyle bir denge kurulmuş ki kutuplardaki buzullar sayesinde kışın bile derin sular donmamaktadır. Zira buzullar altında kalan derin sular donmak bir yana hayat için can damarı olmaktadır.
Tabii ki yukarıda izah etmeye çalıştığımız ısı şartları hiç kuşkusuz paralel eksen üzere konumlanmış bölgeler için geçerlilik arz eden kurallardır. Malumunuz dikey eksen üzerine yayılıp konumlanmış bölgelerde (dağlar-tropikal bölgenin dağları hariç) biraz daha durum farklılık arz edip her 100 metrede bir sıcaklığın 0,55 santigrat derece düştüğü gözlemlenmiştir.
Yeryüzünde yüksekçe uzanan sıra dağlar iklim kuşağı ile kutup iklim kuşağı arasındaki bazı benzerliklerin göze çarpması vejatasyon devresinin kısa oluşuyla alakalı bir durumdur. Nitekim aylık sıcaklık ortalamasının benzerlik teşkil etmesi de bu iki bölgenin tipik ortak özelliğini ortaya koymaktadır. Fakat yine de birbirinden ayrışan yönler belirgindir elbet. Mesela donlu günler sayısı kutuplarda takriben 42 gün olduğu halde bunun tam aksine boylu boyunca sıralanan yüksek dağlarda ise 80 günü geçebilmektedir. Hakeza yüksek dağlarda şiddetli güneş ışınları sebebiyle toprak yüzeyinin gündüz çok ısındığı gözlemlenirken gece ise tropik bölgelerin dağlarından farklı olarak yansımayla ısı kaybına uğradıkları gözlemlenmiştir. Kutup bölgelerinde bir başka dikkat çeken ayırıcı özellik ise gün saat diliminin çok uzun olmasıdır. Dolayısıyla buralarda büsbütün güneş batmadığından toprak yüzeyindeki ısı kaybı yok denecek kadar azdır diyebiliriz. Her şeye rağmen yine de gündüzün ortam sıcaklığı çok değildir, keza geceleri de gündüz sıcaklığına paralel olarak çok soğuk olmamaktadır. İşte tüm bu ayırıcı verilerden hareketle kutuplarda konumlanmış bitkilerin gelişmesi için yeknesak ısı şartlarının hüküm sürdüğünü tahmin etmek hiçte zor olmayacaktır. Bu demektir ki bitkilerin gelişmesi için gerekli olan vejetasyon devresinin uzunluğu önemli olmakla birlikte uzun süre sıfır santigrat dereceler altında kalan bitkilerin ise istirahatte olduğu düşünüldüğünde hayati faaliyetleri bir noktadan sonra durağanlık arz etmesi son derece gayet tabii bir durumdur. Bilindiği üzere vejetasyon (büyüme) devresi don olmayan zaman kabul edilir. Hatta vejetasyon devresinin uzunluğundan başka bir de bu devreye ait sıcaklık şartlarının bitkinin gelişmesinde çok büyük rol oynadığı bilinen bir gerçekliktir. Dolayısıyla bunun için mesela odunlu bitkilerin yeşermesine yönelik gereken vejetasyon devresinin günlük sıcaklık ortalaması 10 santigrat derecelik periyotlarda seyretmesi gerekir ki yeşerebilsin. Nitekim kış buğdayı 5 santıgrat derecede, Mısır 13 santigrat derece de gelişebilmektedir.
Velhasıl-ı kelam, ısı ve iklim canlıların hayat bulmasında tıpkı ab-ı hayat su gibi gerekli olan Allah’ın mucizesi şahika eserdirler.
Vesselam.
En son alperen tarafından 16 Eki 2021, 19:31 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Kullanıcı avatarı
alperen
Özel Üye
Özel Üye
Mesajlar: 527
Kayıt: 15 Haz 2007, 23:00
İletişim:

Re: EKOLOJİ MUCİZESİ-3

Mesaj gönderen alperen »

IŞIK MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
Işık saniyede 300.000 kilometrelik bir hızla yol kat eden bir mucize-i rabbaniyedir. Öyle ki 300.000 kilometrelik hızı 60 rakamıyla çarptığımızda ışığın dakikada kat ettiği mesafeyi buluruz. Çıkan sonucu da 6 rakımıyla çarparsak bu kez ışığın 1 saatlik kat ettiği mesafeyi buluruz. Ve bu çıkan rakamı da 24 rakamıyla çarptığımızda ışığın bir günlük kat ettiği mesafeyi hesaplamış oluruz. Hakeza bu çıkan sonucu da 365 rakamıyla çarptığımızda ise 9.460.800.000.000 kilometrelik ışık yılına denk düşen mesafeyi ölçümünü tespit etmiş oluruz.
İşte görüyorsunuz yukarıda çarparaktan belirlenen bu ışık hızı ölçüm değerleri bizim bildiğimiz türden ölçümlerden farklı bir ölçüm değerleridir. Nitekim bizim bildiğimiz ölçüm değerlerinden başka mesela herhangi bir kumaşı rahatlıkla metre ile ölçebilirken, söz konusu ışık olunca bu iş değişmekte, yani bu demektir ki ışığın bir saniyede kat ettiği mesafe hiçte sanıldığın aksine kolay ölçülememektedir. Nitekim astronotlar bu yüzden ışık hızını o bizim alışık olduğumuz kilometre, metre, santimetre ve milimetre cinsi gibi ölçüm birimlerin dışında ışık birimiyle ifade etmektelerdir. Derken bu ölçü birimi sayesinde ışık hızıyla dünyamıza ulaşan güneş enerjisinden ancak iki milyarda bir oranından istifade edildiğini öğrenmiş oluruz. Üstelik ışıktan istifade noktasında büyük oranda aslan payını bitkiler doğrudan hücrelerinde absorbe etmek suretiyle almaktalar. Dikkat edin satır aralarında absorbe dedik, zira tabiatta yaratılmışlar içerisinde bitkilerden başka güneş ışığını absorbe etme yeteneğine haiz şimdiye kadar hiçbir canlı ve cansız varlığa pek rastlanılmamıştır. Bu öyle müthiş bir yetenektir ki, malumunuz bakteri tabiatında kamçılı ökaryotların bir cinsi Euglena türü bir hücreli canlılar bile yapısında bulunan klorofil sayesinde güneş enerjisini doğrudan bünyelerine alıp çoğalma yeteneğini ortaya koyabiliyor. Madem öyle, ışığın değil bitkiler üzerinde ki etkisi, bir hücreli canlılar üzerinde oynadığı etkinliğini bile iyiden iyiye tefekkür etmekte fayda vardır. Tefekkür ettiğimizde bitkiye hayat veren ışık, elbette ki bizimde kararmış olan gönlümüzün ışık feneri olur. Hakeza habire tefekkür edelim ki, ışığın nimet boyutunu da idrak edip şükredenler olalım. Hem nasıl şükretmeyelim ki, baksanıza ışık sayesinde tüm yediğimiz besinlerin kaynağı bitkilere dayanmaktadır. Öyle ki bitkiler ışığı fotosentez yoluyla en iyi şekilde değerlendirip organik madde imal etme nimetiyle bizi buluşturup bu sayede ziyafet sofrasından yararlanmış oluruz. Bitkiler fotosentezle sadece ziyafet sofrası mı sunmaktalar, hiç kuşkusuz bunun yanı sıra ürettiği oksijenle nefes almamızı da sağlamaktalar. Bu yüzden Allah’a ne kadar şükretsek azdır.
Fotosentez mucizesi
Bitkiler kökleriyle emdikleri su ve havadan aldıkları karbondioksiti (CO2’i) güneş ışığının devreye girmesiyle birlikte bünyesinde bulunan klorofil maddesiyle özümlemek suretiyle dünyada ki tüm şeker fabrikalarına taş çıkartacak derecede ilk evvela glikoz, sonra nişasta ve daha sonra da birtakım kimyasal bileşiklere dönüştürmektedir. Bu olay ilk bakışta teorik olarak basit gibi görünse de, aslında kazın ayağı hiçte öyle değil, bilakis kimyagerler bitki içerisinde cereyan eden bu asimilasyon olayı karşısında hayretler içerisinde bırakacak derecede çok yönlü komplike reaksiyonları bağrında taşımaktadır. Madem gıdalandığımız bitkiler bu denli maharet sahibi varlıklar o halde hem bilim adamları hem de bizler böylesi gıda fabrikalarımıza yaratan Yüce Allah’ı ‘fikir-zikir-şükür’ ekseninde her daim anıp tabiat okumalarına derinlik katmak gerekir. Ki, bu noktada bir şeker pancarı yaprağının her santimetre kare yüzeyinin fotosentez maharetiyle günde 1 mg glikoz ürettiğini okuma yazma bilmeyen bir insana söylediğimizde bunun ne anlama geldiğini bilmese bile “Amenna saddak” deyip hemen Allah’a sığındığını görmekteyiz. Hele birde bitkinin tamamını hesaba kattığımızda ortaya çıkacak rakamı bir düşünün, şimdi gel de bu durumda Allah’a şükretme, ne mümkün. Hele Yüce Allah’ın halk ettiği güneş ışığının şiddetine bakar mısınız, hem bitkinin toprak üstü kısmında organ teşekkülünün oluşumunu etkilemekte, hem de bitkinin iç bünyesini oluşturan doku ve hücrelerin farklılaşması gibi bir dizi metabolik faaliyetlere etki yapmakta. Kelimenin tam anlamıyla ışık şiddeti bitkinin hem içine hem de dışına etki yapmakta. Bu demektir ki ışığın gücü kendisinde değil etkisinde gizli. Nitekim ışığın bitki üzerinde ki etkisi belli bir zaman dilimi içerisinde gelişim evresiyle kendini gösterir ki, bitkilerde ki bu gelişim evresi (süreci) fotoperiyodizm olarak karşılık bulur. Bir başka ifadeyle fotoperiyodizm bitkilerde filizlenme, büyüme, tropizm, metabolik faaliyet gibi bir dizi olayların tamamını kapsayan bir süreci ifade eder. Böylece bu ifadeden de anlaşıldığı üzere bitkinin doğuşundan gelişimine, gelişiminden meyve verme sürecine gelen fotoperiyod takvimine baktığımızda 1 kilogram glikozun üretimi için tüketilmesi gereken enerjinin 4.66 kilovat saatlik (kwh) güçte bir enerji potansiyelini sırtlandığını görürüz. Bir de bunu total bazda düşündüğümüzde tüketilecek olan total enerjinin bitkinin kendisi de buna dâhil olmak üzere tüm hayvan ve insanların beslenmesinden tutunda her nefes alışverişinde solunumuna dek fazlasıyla yetecek derecede büyük bir enerji dolaşımı söz konusudur. İyi ki de böylesi büyük çapta enerji dolaşımı varda, tüm canlıların inorganik ve organik ihtiyaçları bitkilerin ürettikleri hammadde kaynağı sayesinde büyük ölçüde giderilmiş olmakta.
Enerji dolaşımı bitkinin iç dünyasında cereyan ettiği gibi dış âleminde de cereyan etmekte. Öyle ki bitkilerden elde edilen gıdaların herhangi bir canlının sindirim sistemi içerisinde oksijenle yakılıp solunumla oksitlenmesi ve akabinde karbondioksit olarak atmosfere transfer edilme hadisesi enerji dolaşımının en can alıcı yönünü ortaya koyar ki, bu tür enerji dolaşımı biyoloji bilim dalında fotosentez mucizesi olarak karşılık bulur. İyi ki de fotosentez olayında aktif rol oynayan karbon yerinde çivili kalıp sabitlenmiyor, aksi halde yerinde kıpırdamaz bir halde tükenişe geçen karbondioksitin feryatlarıyla yer gök inlemiş olacaktı. Tabii karbondioksitin imdat feryatları aynı zamanda tüm canlı cansız varlıklarında tükeniş feryadı olacaktı. Allah’a şükürler olsun ki, Yüce Mevla’mız karbonu hava içerisinde az bir oranda tutup depoladığı gibi bitkiler tarafından havadan alınan karbondioksitin fotosentezle işlendikten sonra canlı vücuduna konuk olduğunda oksidasyon ve bir takım kimyasal reaksiyonlarla solunum yoluyla yeniden açığa çıkarıp böylelikle tabiattaki karbon çevrimine tabii tutmuştur. Yüce Allah (c.c) karbondioksiti şayet tabiatta karbon döngüsüne tabi tutmasaydı zaman içerisinde havadaki karbondioksitin (CO2’in) tükenişe geçmesiyle birlikte tüm canlılar ölümle burun buruna geleceklerdi. Anlaşılan o ki, canlılar âleminde sadece insanoğlunun kendi payına düşen atmosfere bıraktığı yıllık karbondioksit miktarı takriben 140 milyon tonu bulmaktadır. Keza hayvanlar ve azotu toprağa bağlayan bakteriler ise yılda 24.000 milyon ton kadar bırakarak katkıda bulunmaktalar. Birde bunlardan ayrı olarak Yüce Allah’ın lütfu keremiyle toprağın derinliklerinde muhafaza altına alınan turbo, kömür, petrol ve doğal gaz gibi rezervlerin tuttukları karbon kaynağıda yedek depo olarak bulunmakta. Görüldüğü üzere hayat her yönüyle bir yardımlaşma olarak yüzünü göstermekte. Böylece gözü görmez, sağır dilsiz sandığımız nice envai türlü varlıklarla, gözü gören, işiten insan ve hayvanların adeta el ele gönül gönüle vermeleriyle oluşan karbon dengesi kendi mecrasında akıp gittiğini görmekteyiz. İşte “Gönül yanması” diyebileceğimiz bu işbirliği neticesinde “Ben yanmayım da kim yansın” dercesine atmosferde 700 milyar ton karbondioksit birikmektedir. Tabii gönül yanması iyi hoşta, şu da bir gerçek insanoğlu bir yandan da bilinçsizce yeraltında depo edilen karbonu hoyratça kullanmakla bu işbirliğine gölge düşürmektedir. Şayet bu çevre hassasiyetinde umursamazlık ve bilinçsizlik devam ederse maazallah karbon denge ayarlarının altüst olmasıyla birlikte hayatın durma noktasına gelebileceğini çok rahatlıkla söyleyebiliriz.
Işık doğudan doğar
Evet, ışık doğudan doğup batıya doğru uzanmakta. Hatta ışık batıya uzanmakla kalmayıp, ısı ve su (H2O) faktörünün tam aksine tüm yeryüzüne nispeten yeknesak olarak dağılmıştır. Yani her canlı kendine düşen hissesini almakta. Dolayısıyla yeryüzünde ışık noksanlığından ötürü bitkilerin yetişemediği herhangi bir yer hemen hemen yok gibidir. Hatta bazı bitkilerin yıldızlardan aldığı bir takım sinyallerle gelişmelerini tamamladığı artık bir sır değil. Şu halde ışığın özellikle küçük sahalarda bitkilerin yayılışında çok etkin bir unsur olduğunu söyleyebiliriz. Fakat geniş alanlarda etkili olmadıkları da bir başka gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kutup bölgelerinde vejetasyon eksikliğine neden olan etken faktör enlem boyutuyla alakalı kutup gecelerinin hüküm sürmesidir elbet. Yani bu durum vejetasyon eksikliğine neden olan ışık faktöründen ziyade sıcaklık şartlarının uygun olmamasından kaynaklı bir durumdur. Diğer taraftan güneş etkisinin ziyadesiyle egemen olduğu bölgeler de ise tamamen farklı bir flora hâkimdir. Ancak buralardan kaynaklanan hızlı sanayileşmenin önümüze koyduğu gerek hava kirliliği gerek küresel boyutta fabrika bacalarından tüten dumanlar, gerek yoğun trafikle birlikte arabalardan çıkan egzoz dumanları, gerekse enerji santrallerinin yeryüzünden atmosfere doğru saldığı gazlar ısı dengesini ve iklim şartlarını tersine döndürecek (inversiyon) bir şekilde küresel ısınma tehlike söz konusudur. Öyle ki küresel ısınma denen hadise bir zamanlar tertemiz olan dünyamızı kararsız hale getirmiştir. Tabii çevre duyarlılığından yoksun sanayileşmeye bu şekilde adım atılırsa olacağı buydu, başka ne bekleyebilirdik ki. Artık bu noktadan sonra bize ancak züğürt tesellisi babından kararlı dünyamızı kararsız hale getirenler utansın demek düşer, zaten bundan başka diyecek ne sözümüz olmadığından elimizden bir şey gelmez de.
Güneş ışığının bileşimi
Bakmayın siz öyle güneşin sanki enerjisi hiç tükenmeyecekmişçesine tüm evreni ışığıyla aydınlattığına, oysaki dışı seni yakar içi misali elbette ki güneş enerjisi de tükenecektir. Güneş enerjisi her şeye rağmen yine de 15–20 milyon derecelik sıcaklığı ile tüm cümle âleme ışık olmak için kendi iç âleminde dip kısmından yukarı çıkan dev hortumlar eşliğinde derin derin yanaraktan kıyamet saati gelinceye dek yaratılış gayesi doğrultusunda misyonunu devam ettireceği muhakkak. Nitekim güneş bulunduğu noktadan milyonlarca kilometre dışarılara doğru kazan misali fokur fokur kaynayaraktan müthiş bir alev bombardımanıyla tüm âlemi selamlamak için vardır. Belli ki bu selamlama sıradan bir selamlama değil, bilakis birtakım termonükleer reaksiyonlar eşliğinde 564 milyon ton hidrojen gazının 560 milyon ton helyum gazına dönüşmesiyle ortaya çıkan ve kendi etrafında pervane olmuş gezegenlere de ışık saçan bir enerji selamıdır bu. Ki, güneşin bu selamlamasıyla toplam enerjiden 4 milyon ton olan kısmı uzay sathına ışık ve radyasyon olarak yayılıp süzülürken diğer arta kalan 2 milyarda bir kısmı da dünyaya gönderilmek için vardır. Yani bu demektir ki, güneşin tek bir selamı bile dünyanın bağrında yaşayan tüm anlı cansız varlığa yetecek derecede pay edilmiş durumda. Özellikle tek bir selamlamayla gelen bu ışığın % 45’i 400 –750 mikro litre dalga boyları arasında konumlanan görünen ışınlar olup, diğerleri farklı bant dalga boylarında yer alan ışınlardır. Şöyle ki; güneş ışınları atmosferin termosfer tabakasının bitim noktası veya uzayla komşu olan ekzosferden başlayan yolculuğunu diğer katmanlara geçtiğinde de ziyası süzülerekten yol almakta. Bilim adamları işte bu süzülen ışınları mercek altına alıp incelediklerinde atmosferde ki kısa dalga boylu ışınların uzun dalga boylu ışınlara göre daha baskın bir şekilde absorbe edildiğini tespit etmişlerdir. Hatta tespit ettikleri bu absorbe ışınların maksimum enerji miktarının atmosferin en üst sınırında 470 mikrolitre dalga boyuna tekabül eden mavi ışınların ta kendisi ışınlar olduğunu tespit etmişlerdir. Bilim adamları bunla da kalmayıp atmosferde % 21 oranlarında bulunan oksijenin bizatihi güneşten gelen mor ötesi ışınları (kısa boylu ültraviyole ışınları) absorbe ettiklerini ortaya koymuşlardır. Böylece ortaya konan bu bilgiler ışığında üst atmosferde ayrışan iki atomluk oksijen molekülüyle yine ortamda bulunan bir atomluk oksijenin bir araya gelmesiyle birlikte ozon (O3) molekülünü oluşturduklarını ortaya koymuşlardır. İşte atmosferde oluşan bu gaz molekülü hepimizin bildiği üzere güneşten gelen zararlı ışınları (ultraviyole ışınları) adeta yutup aynı zamanda bertaraf edebilecek nitelikte olan ozon tabakasından başkası değildir elbet. Ancak ne var ki, burada da bilinçsiz sanayileşmenin hamlelerinin neden olduğu çevre kirlilikleri hayat kurtarıcımız diyebileceğimiz ozon tabakasının incelmesine yol açıp böylece incelmeye yüz tutan ozon tabakasının güneşten gelen uzun dalgalı ışınların etkisiyle delineceği noktasında alarm vereceği bilinen bir gerçekliktir.
Öyle anlaşılıyor ki, güneşin kısa dalga boylu ışınların etkisine giren oksijenin ayrışması demek, aynı zamanda ortamda bir başka oksijenle reaksiyona girmesiyle birlikte hayat kurtarıcı diye addettiğimiz ozon molekülünün oluşması demektir. Ve oluşan bu ozon döngüsü devam edip dururda. Bu tıpkı bir amibin bölünüp çoğalmasında olduğu gibi ozonda kendi iç parçalanmasını gerçekleştirme esnasında güneşin uzun dalga boylu ışınlarının etkisine maruz kalmasıyla birlikte ayrışan parçaların yeniden ozon moleküllerine dönüşmesi hadisesidir bu. İyi ki de ozon molekülleri kendini yenilemekteler, bu sayede hem güneş ışığının mor ötesi zararlı ışınlarından absorbe edici kabiliyetleri sayesinde korunmuş oluruz hem de dünya hayatımızda her daim gök kubbe de koruyucu tabakamız olmaktalar. Nitekim Allah Teâlâ (c.c) bu hususta “Gökyüzünü de korunmuş bir tavan gibi yaptık. Onlar ise hala bundaki delilleri inkâr ederler” (Enbiya, 32) diye beyan buyurarak bu misyonuna işaret etmekte zaten.
Bilindiği üzere evrende her varlık kendine özgü elektro manyetik radyasyon diye tabir edilen bir ışın yaymaktadır. Şayet maddenin ısısı yeterli bir seviyeye ulaşmışsa tıpkı demirin akkor haldeki etrafa ışık neşretmesi olayında olduğu gibi karşımıza görünen ışık olarak çıkacaktır. Malumunuz ısının düşmesi halinde ışıma frekansı azalacağından gözle görülemeyen ışınlar olarak bilinen kızıl ötesi radyasyon dalgalarına indirgenmekte. Nitekim yukarıda belirttiğimiz üzere güneşten yayılan radyasyonun (ışımanın) önce uzaya pay edilip sonrada geriye kalan iki milyarda birinin de atmosferde bir takım işlemler eşliğinde süzülerekten dünyamıza ulaştırılaraktan ihtiyacımız karşılanmakta. Atmosferde güneş ışınlarının işlendiği şundan besbellidir ki, bir bakıyorsun yeryüzüne ulaşan güneş ışınlarının dik veya yayınık oluşuna göre farklı dalga boylara ayrılıp gözümüzün bunlar içerisinden sadece 0,4–0,7 mikron aralığındaki tayfta olan cisimleri görebileceğini müşahede etmekteyiz. Yani bu bant aralığı dışındaki ışınları makroskobik olarak biz göremeyiz. Nitekim güneş ışınları gözümüze beyaz görünmekle beraber gerçekte bir prizma ya da yağmur sonrası hava içerisinde su damlacıkları içerisinden geçtiklerinde ancak 7 tayf halde renk kuşağına ayrıldığını görebilmekteyiz. Özellikle gökkuşağı şeklinde ayrılan bu renkler arasında yeşil ve mavi renkler göz sağlığına iyi gelip ruhumuzu dinlendiriyor da dersek yeridir. Kaldı ki bilim adamları güneş ışınlarını sadece yedi renk tayf üzerine değil en ince ayrıntılarıyla iyice analiz ettiklerinde mordan kırmızıya kadar tutunda daha pek çok bir dizi sıralanmış değişik dalga boylarında ki ışık titreşimlerinin varlığını da tespit etmişlerdir. Mesela tespit ettikleri ışık titreşimlerinden bilhassa 0,4 mikron altındakilerin kısa dalga boylarda olanların yakıcı ve öldürücü olduğunu, enerjice yüksek olanların ise mor ötesi denen ultraviyole ışınları olduğunu da ortaya koymuşlardır. Ve bu arada ışık tayflarından ayrı olarak röntgen ışınları denen X ışınları ve gama ışınlarının da minimum dalga boylarında olduğunu tespit etmişlerdir. Bu demektir ki elektromanyetik radyo dalgalarında olduğu gibi metallerden ve beton engellerden geçebilecek türden 0,7 mikron üzeri dalga boylarına sahip ışınlarla karşı karşıyayız demektir. Ki; bu ışınlar yaklaşık bir iğne başı büyüklüğünde ve aynı zamanda görünür ışıktan daha uzun dalga boyunda kızıl ötesi ışınlar olarak adından (infrared veya infraruj) söz ettirmektedir. Öyle ki söz konusu ışınları electromagnetic spektrum üzerinde dik düşürdüğümüzde renk spektrumunun sarı renge büründüğünü, yayınık bir şekilde düşürüldüğünde de kırmızı renge büründüğü gözlemlenmiştir. Bitkiler üzerine düşen ışınların durumuna baktığımızda ise mesela ormanlarda gölge yapan ağaçların özellikle ışınların kısa dalga boylu olanlarını absorbe ettikleri gözlemlenmiştir. Yaprakları gölgede kalmayıp güneşte kalanlar da hem nitelik hem de nicelik bakımdan farklı ışınlara maruz kaldığı gözlemlenmiştir, Bir diğer ışık tayflarından ayrı olarak değerlendireceğimiz ışınlar ise yeşil ve koyu kırmızı ışınlar olup bu tür ışınların enerji spektrumu maksimum 550 – 710 nm dalga boyu seviyelerde seyrettiği gözlemlenmiştir.
Işığın renklere ayrılması
Işık tayfları üzerinde yapılan renk analiz çalışmalarıyla uzun dalga boyunda gözle görülebilen ışınların ince bir su tabakasından geçirildiğinde suyun renksiz bir görünüm aldığı gözlemlenirken kalın su tabakasından geçirildiğinde ise suyun mavi renkte görünüm aldığı belirlenmiştir. Hakeza ışığın bitkinin klorofili ile insanın gözü üzerinde ki absorpsiyon spektrumunun da 0,4–0,7 mikron aralığında görünen ışınlara denk düştüğü tespit edilmiştir. Böylece tespit edilen bu aralık aynı zamanda bize fotosentez için gerekli olan enerjinin de bu dalga boyu aralıkta gerçekleştiğini göstergesidir. Ancak tespit edilen bu dalga boylarında insan gözü daha çok sarımsı yeşil ışınlar için hassasiyet gösterirken bitkilerde ışığı emmekle vazifeli klorofil ise sarımsı yeşil ışınları daha az miktarlarda absorbe ettiği gözlemlenmiştir. Kırmızı ve mavi ışınları ise tam aksine daha fazla miktarlarda absorbe ettiği gözlemlenmiştir. Mesela öyle bakteri türleri vardır ki bitki hücreleri ile hayvan hücreleri arasında geçit teşkil etmeleri hasebiyle, yani bünyelerinde klorofil maddesi bulundurmalarından dolayı kırmızı ötesi ışınlara daha duyarlı oldukları belirlenmiştir. Hatta bitiki ile hayvan arasında geçit teşkil eden bu tip canlı protoplazmaların yapısında öyle de bir takım protein partikülleri de vardır ki, tıpkı klorofilde olduğu gibi bunlarda ultraviyole ışınları absorbe etmekle mahirdirler.
Hadi diyelim ki klorofili, protein partiküllerini anladık diyelim, peki ya, şu bitkilerde karotin maddesi için ne demeli? Doğrusu karotin maddesi hakkında fotosentez olayında oynadığı rol tam açıklık kazanmamakla beraber muhtemeldir ki ışık enerjisini klorofile taşıdığı yönünde bir işlevi söz konusudur. Ayrıca karotinin kısa dalga boylu mavi ışınlarından tutunda ultraviyole ışınları da buna dâhil daha bir dizi ışınları absorbe ettiği bilinen bir gerçekliktir. Derken bu işlevi sayede yüksek dozda ki ultraviyole ışınları bitkiler üzerinde oluşturacağı zararlar bertaraf edilebiliyor. Yani hücre zarları bir noktada kısa dalga boylu ışınları absorbe ederek plazmayı ultraviyole ışınların zararlarından korumuş oluyorlar.
Işığın bitkilerin gelişimi üzerinde oluşturduğu etki
Malumunuz tüm bitkiler hayatiyetlerini devam ettirebilmeleri için minimal seviyelerde bile olsa ışık şiddetine maruz kalmaları gerekir. Ki, maruz kalınabilecek ışık şiddeti bitkinin yetişme ortamının şartlarına göre değişiklik gösterebiliyor. Bu değişiklik az veya çok ölçüde ışığın şiddet derecesini gösterir. Genellikle çiçek ve meyvelerin oluşumu için gereken minimal ışık değeri vejetatif organların gelişmesine bağlı olarak kullanılan ışığın 2 misli olduğu belirlenmiştir. Bu arada gelişmişlikten söz etmişken orman altı vejetasyonda (ormanın gölgesinde) yetişen yeni çimlenmiş bitkilerin devamlı açlıkla mücadele halinde olduklarını belirtmekte fayda vardır. Yine de bu şartlar altında anlık ya da eser miktarda bir ışık şiddetine maruz kaldıklarında hayatlarını sürdürebildikleri gözlemlenmiştir. Anlaşılan o ki orman altı bitkilerin minimal ışık isteği %1 değer olarak belirlenirken tropik bölge ormanlarında bu miktar % 0,3’e kadar düştüğü belirlenmiştir. Keza heterotrof ve ilkel bitkilerin ışık isteğinin %1’in altında bir değerlerde seyrettiği gözlenirken eğreltilerin ve yosunların çoğunda ışık isteğinin %1’den % 0,2 arasında değiştiği gözlenmiştir. İlkel bitkilerde ışık isteğinin az olmasının sebebi malum hücrelerinin klorofille dopdolu olması veya klorofilsiz kısımlarında madde üretimine ihtiyaçlarının olmamasından kaynaklanan bir durumdur. Dolayısıyla birçok cyanophyceae türlerini ıslak bölgelerde 3,5 mm derinliklerde hayatiyetlerini sürdürdüklerini görmek pekâlâ mümkün. Orman altı vejetasyonun ışık durumu ise mevsime göre farklılıklar arzetmektedir. Nitekim ilkbaharda ağaçlar yaprak vermeden önce çiçek açıp meyva verdikleri gözlemlenmiştir. Ayrıca ışık birçok ağaçların tomurcuklarının açılmasına da tesir etmekte. Ancak şu da var ki kayın ağacının tomurcukları sırf ışıkta açılabildikleri halde kaktüs tomurcuklarının açılmasında ışık tam tersi geriletici etki yaptığı gözlemlenmiştir.
Işığın çimlenmeye etkisi
Işığın etkisi kendi gücünde derler ya, gerçekten de ışık en bariz bir şekilde daha çok bitkilerin çimlenmesinde tesirini göstermektedir. Tabii bunun istisni durumları da söz konusu, öyle ki ışık bazı tohumların çimlenmesini tetiklerken, bazılarında tam tersi bir durum oluşturmakta. Mesela flatine bitkilerinin tohumları senelerce karanlıkta çimlenmeden kalabiliyorlar. Şayet sözkonusu bitki tohumu 11–18 gün ışıkta kalırsa çimlenme %100’e bile tamamlanabiliyor. Nigella sativanın tohumları ise aydınlıktan ziyade karanlık ortamda daha gür bir şekilde çimlenmekteler.
Bu arada çimlenme yalnız ışık şiddetine bağlı bir değer olmayıp aynı zamanda ışığın cinsine bağlı bir değer olarakta kendini gösterebiliyor. Mesela Dcrenella, Heteromolla bitkisinin karayosunu sadece beyaz ışıkta çimlenme eğilim gösterirken Tortella bitkisi de kırmızı ışıkta çimlenme eğiliminde olduğunu gösterir.
Ekolojik bakımdan ışığın tesiri
Ekolojik bakımdan ışığın bitkilere olan tesiri iki şekilde incelenmekle beraber ışığın bitkilerin gelişimi üzerinde tesiri daha çok karbondioksit asimilasyonu şeklinde kendini göstermektedir. Bu yüzden yüksek dağ ortamlarında yetişen bitkiler genellikle hep kısa bodur (intermodüllü) halde, sert yapraklı, parlak ve renkli çiçekli olarak görünüm sergilerler. Besbelli ki bu bitkilerde gelişme periyodu kısa olduğundan internodyumları sürekli olarak kısa kalmaktadır. Keza bu bitkilerin ışık isteği de farklılık arz etmekte. Nitekim ova bitkileri daha az ışık şiddetinde asimilasyonu gerçekleştirdikleri halde dağ bitkilerinde bu ışık miktarı asimilasyona yetmeyebiliyor.
Işık şiddeti bitkilerin yetişme yerinde istifade edebildikleri gün ışığının tümüne oranlayarak hesaplanmaktadır. Mesela gölgesiz yerde yetişen bir bitki için bu değer 1 olarak kabul edildiğinde 1/3 ışık isteği gün ışığının tamamının 1/3’üne karşılık gelen bir değer olarak hesaplandığı görülecektir.
Işık isteklerine göre bitkiler üç ekolojik gruba ayrılırlar:
-Güneş bitkileri,
-Yetişme yeri olarak hem güneş hem gölgeyi tercih eden bitkiler,
-Gölge bitkileri.
Güneş Bitkileri
Bilhassa güneş gören bitkilerin gelişimi için ışık olmazsa olmaz şart mesabesinde etken bir unsurdur. Nitekim bu tür bitkilerin yüzü hep ışığa doğru olacak şekilde büyüdükleri belirlenmiştir. Zaten güneşte bu bitkilerin ışık isteğini % 100 olarak karşılar da. Dahası ışık sever diyebileceğimiz bu tür bitkiler tamamen açık ve alçak bitki türünden gruplar olup doğrudan doğruya güneşle özdeşleşmiş bitkilerdir. Peki özdeşleşme iyi hoşta, güneş ışınlarının zararlı etiklerinden nasıl korunuyorlar dediğimizde bir bakıyorsun bilhassa öğlen saatlerinde zararlı ışınların etkisinden korunmak için yapraklarını profil (görüntü) konumda tuttuklarını görüyoruz. Malum, profil konumda yaprakların her iki yüzeyi de aynı yapıda olup daha çok yayınık ışınlardan istifade etmektedirler. Sadece yapraklar mı, hiç kuşkusuz bitkiye yeşil rengini veren ve aynı zamanda asimilasyonda aktif rol oynayan klorofil hücreleri de profil pozisyonu almaktadırlar.
Hem güneş hem de gölgeyi tercih eden bitkiler
Bunlarda maksimal ışık isteği %100, minimal isteği ise bitki türünden türüne değişen değerler şiddetinde tezahür etmekte. Hatta minimal nokta çiçeklilerde steril olanlara göre daha yüksek değerler de olduğu gözlenmiştir. Örneğin Hedera Helix (sarmaşık) bitkinin çiçeğinde ışık şiddeti isteği %100–22 civarlara tekabül ederken, sterilite bölümlerinde minumum ışık şiddet isteği %2 olduğu görülmüştür. Keza Senecio vulgaris bitkinin ışık isteği %100-2 civarlarda seyrederken domuz ayrığı olarak bilinen Dactylis glomeratanın ışık isteği ise %100-2 civarlarda seyretmektedir.
Gölge bitkileri
Gölge bitkilerin ışık isteği tam olarak yüzde yüz olarak gerçekleşmez. Tabii bu demek değildir ki yüzde yüz istifade edemiyorlar diye gölge bitkileri asla yetişmez, oysaki değil gölge bitkileri neredeyse karanlığa mahkûm bir halde daha henüz filizlenmeye yüz tutmuş öyle bitki türleri var ki saniyenin binde ikisinden daha fazla sürmeyen anlık bir flaş ışıkta bile gelişim gösterdikleri gözlenmiştir. Derken bu tür bitkiler hem iyi şartlarda yetişen bitkilerle rekabet etmekten kaçınaraktan kendi gelişimine odaklanmakta hem de fazlaca güneş altında buharlaşmaya meydan vermemek için su bilânçolarını dengede tutmuş olurlar. İşte bu tür özelliklerinden dolayı kendilerinden nemcil anlamında higromorf bitkiler olarak adından söz ettirmiş olurlar. Kaldı ki mutedil, sıcak ve kurak iklimlerde yetişen bitkilerde gerektiğinde buharlaşmaya karşı gölgelenme refleksi göstererekten su bilançosunu dengesini tutma eğilimi gösterebiliyorlar.
Işığın karbondioksit asimilasyonuna olan etkisi
Fotosentez olayı isminden de anlaşıldığı üzere ışığın bitki içerinde pigment içeren kromatofor hücre grupları tarafından absorbe edilip sentezlenmesi sayesinde asimilasyon gerçekleşmektedir. Hiç kuşkusuz bu pigment hücre grupları arasında en dikkat çekeni klorofil maddesidir. Hem nasıl dikkat çekmesin ki, baksanıza bilhassa yaprakların iç gözeneklerinde konumlanmış bu söz konusu klorofil maddeleri güneşten gelen ışığı kendi iç mekanizmalarında özümleyip fotosentezin gerçekleşmesinde başrol oyuncu oldukları gibi değim yerindeyse bitkilerin üretici ağababaları olarak da adından söz ettirmektedirler.
Peki, alg bitkilerinde durum vaziyet nasıldır acaba? Hele bilhassa oksijenli bakterilerin bulunduğu ortama yeşil bir alg konulup üzerine ışık gönderildiğinde bakterilerin en fazla kırmızı ve mavi ışınların olduğu yerlerde toplandıkları belirlenmiştir. Bu demektir ki alg bitkilerin bulunduğu bölgelerde oksijenin daha fazla birikeceği, dolayısıyla fotosentez olayının da bundan ötürü buralarda daha yüksek seviyelerde gerçekleşeceği sonucu ortaya çıkar. Nitekim bakterilerle bu doğrultuda yapılan elde edilen sonuçlar Engelmann deneyi ile ispatlanmış gözüküyor da. Ve yapılan bu deneylerle fotosentez olayının en fazla tesir ettiği alanlarda spektrofotometre ile yapılan renk ölçümlerinden elde edilen veriler bize klorofilin emilim miktarının maksimum kırmızı ışık dalga boyu spektrum aralığında konumlandığını göstermekte. İster istemez bu durumda mavi ışınlar aynı ölçekte absorbe edilse de fotosentezde rolü kırmızı dalga boyundaki gibi etkin olmayacaktır. Bilindiği üzere bu noktada sadece karotin maddesi kısa boy dalga boyundaki mavi ve mor ışınlara duyarlılık gösterip absorbe etmekte. Öyle anlaşılıyor ki bu alanlarda söz sahibi konumda olan, yani fotosentez için gerekli olan ışık tayfı klorofilin bizatihi kendisi olmaktadır. Hatta bir bakmışsın klorofil maddesi icabında kendi kendine de yetmeyip “klorofil a” ve “klorofil b” şeklinde farklı kategorilerle de sahne alabiliyor.
Klorofil a ve klorofil b’nin spektrum absorbsiyon değerleri genelde birbirine yakın duran ikili ikizler şeklinde gerçekleşmekte. Tek başlarına kala kaldıklarında ise mesela klorofil a’nın güneşten gelen ışığı absorbe etmesiyle birlikte derhal enerjik durum kazanaraktan aktif konuma geçebiliyor. İşte minimal düzeyde de olsa bu söz konusu kazanılan enerji birimi bilim adamlarınca ışık parçacıkları temsil anlamında kuantum veya foton olarak tanımlanır. Nitekim bir kuantum enerjisi Erg (E) cinsinden 12403/ dalga boyu formülüyle hesaplandığında dalga boyu küçüldükçe enerjinin artığı görülecektir. Şu halde mavi ışınlar enerjice kırmızıdan daha zengin olduğunu söyleyebiliriz. Şöyle ki; absorbe edilen kuantum ya tekrar kuantum olarak iade edilir, ya ısı enerjisine çevrilir ya da fotokimyevi reaksiyonlar için kullanılmakta. Peki, bunlar arasında hangisi fotosentez için işe yarar diyorsanız elbette ki fotosentezde rol oynayan bu sonuncu durumdur. Çünkü fotosentez olayı genel olarak ışık şiddetiyle paralel olarak artış kaydetmekte. Ancak bu artış bir yere kadar elbet, o sınıra dayandığında ister istemez fotosentez hadisesi durağanlaşıp stabil kala kalacaktır. Yani bu demektir ki doyum noktasında fotosentez için kullanılan karbondioksit ile solunumla üretilen karbondioksit miktarının birbirine eşitleneceği hızda bir eşik noktası oluşur ki, işte bu eşik nokta birçok bilim dalında kompensasyon noktası olarak ifade edilir. Ancak bu söz konusu kompensasyon nokta gölge bitkilerinde çok düşük değerlerdedir. Işık bitkilerinde ve gölgeye dayanıklı bitkilerde kompensasyon noktasının farklı olması ise solunum şiddetine bağlı olan bir durumdan kaynaklanır. Bilhassa gölgeye dayanıklı bitkilerin yapraklarında stoma sayısının azlığı nedeniyle gaz alışverişlerin de azalmalar nüksedip ister istemez solunumları da buna paralel zayıf seyredecektir. Nitekim gölge bitkilerinde fotosentez olayının vuku bulması için gerekli olan ışık şiddeti miktarı güneş bitkilerinin negatif karbondioksit bilânçosunu belirleyen noktasından başlaması bunu teyit ediyor. Demek ki ışık şartları müsait olsa bile karbondioksit asimilasyonu gölge bitkilerinde belirli standart limitlerin dışına çıkamamaktadır.
Asimilasyon için kullanılan karbondioksit ile solunumda meydana gelen karbondioksit arasında ki farka net asimilasyon denmektedir. Net asimilasyon şiddetine neden olan faktörler ışık şiddeti, ısınma derecesi ve havadaki karbondioksit miktarıyla belirlenmektedir. olmaktadır. Nitekim bitkilerde asimilasyon faaliyeti bu faktörlere bağlı olarak değişip mesela 500 kilogramağırlığında ki bir ağacın asimilasyonla takriben 250 kg karbon içerdiği belirlenmiştir. Üstelik bu miktardaki karbonu ancak 12 milyon metre küplük havayı absorbe ederekten üretilebiliyor. Keza ısı faktörü de asimilasyonda en önemli etken faktörlerden olup, asimilasyonla temperatür arasındaki ilişki bağının optimal eğri üzerindeki değerlerden görebiliyoruz da. Önemine binaen grafikteki izlediği eğrilere baktığımızda temperatür yükseldikçe asimilasyonunda o ölçüde artış kaydettiğini görürüz. Ancak yukarıda da dedik ya, bu artış bir yere kadardır, belirli bir noktadan sonra yani temperatür optimal seviyelere ulaştıktan sonra asimilasyonun durağanlık göstermesi kaçınılmazdır. Yeniden asimilasyonun start alması için mutlaka mevcut sıcaklığın minimum seviyelerde ki sıcaklığa inmesi gerekmektedir.
Değişik iklim bölgelerine dağılmış olan muhtelif türden bitkilerin sıcaklık değişimlerinin minimum, maksimum ve optimum sıcaklık değerlerinin farklılık arz ettiği gözlemlenmiştir. Mesela bulunduğumuz coğrafyamızın enlem boylarındaki bölgelerde konumlanmış bitkilerin optimal sıcaklık değerlerinin 20-30 santigrat derecelerde seyrederken maksimum değerlerin ise 35-50 santigrat derecelerde seyrettiği gözlemlenmiştir. İşte bu ve buna benzer verilerden hareketle uygun değer değerlere sahip bir bitkinin organik madde üretiminin düşük temperatürde ve az ışık şiddetinde gerçekleştiği görülmüştür. Ayrıca temperatür yükseldikçe fotosenteze nispeten solunumun daha fazla hızlı artış kaydettiği, kompensasyon noktasının daha hızlı bir şekilde eşitlendiği gözlemlenmiştir. Şu bir gerçek yüksek sıcaklık şartlarda gelişme kaydeden bitkilerde solunum hadisesinin daha yüksek tempoda seyretmesi demek bu tür bitkilerin aynı zamanda minimal ışık seviyelerde bile asimilasyon maddelerin hemen hepsini tüketeceği demektir. Zira ortada solunum için harcanan enerji söz konusudur. Dolayısıyla stok organik madde üretimi ancak kuvvetli bir ışık şiddeti ile mümkün hale gelmektedir. Bir başka ifadeyle soğuk bölge bitkileri ekseriyetle zayıf ışık şiddetinde asimilasyon yapabildiklerinden madde üretimine geçebilmeleri için %10 ışık şiddeti onlar için yeterli sayılmaktadır. Böylece her sıcaklık temperatürü için net asimilasyon ışık ihtiyacı farklı olduğu ortaya çıkar.
Karbondioksitin asimilasyona olan etkisi
Yukarıda üçüncü faktör olarak nitelendirdiğimiz karbondioksitin fire vermeksizin asimilasyona doğrudan etki yaptığı gözlemlenmiştir. Bilindiği üzere atmosferdeki karbondioksit oranı % 00,03 düşük değerlerde seyretmesine rağmen tüm yeşil bitkilerin fotosentezi için yeterli olabiliyor, ancak yine de bu oran kritik bir eşik nokta sayılır. Neyse ki karbondioksit her türlü yanma hadiseleriyle ortaya çıkabilecek türden bir gaz (mesela kömür karbon demek, yani oksijenle yanarak karbondioksit olmakta) olması hasebiyle bu kritik eşik yeryüzünden atmosfere yükselen karbon gazlarıyla telafi edilebiliyor. Bu yüzden karbondioksitin tükenmesi şimdilik mümkün gözükmemektedir. Hem kaldı ki karbondioksit tabiata tutunmada inatçı bir gaz olduğunu birbirine sıkı sıkıya birleşik halde bağlanışıyla ağırlığını ortaya koymakta. Ama bu demek değildir ki birbirine sıkı sıkıya bağlanıyorlar diye hiç ayrılmayacak gibiler, malum ayırıcı ve ayrıştırıcı bir takım işlemler içinde bitki yaprakları devreye girerekten üstesinden gelinmekte. Öyle ki yapraklar bu inatçı karbondioksiti büyük bir ustalıkla güneş ışığı altında rahatlıkla karbon ve oksijene ayrıştırabiliyorlar da. Yine bir bakıyorsun odun denen nesnenin bizatihi kendisi oksijen, hidrojen ve karbondan müteşekkil ormanlardan elde edilen bir ürün olması hasebiyle onu bir yandan yakma esnasında karbonla oksijen birleşip duman halinde karbondioksit oluştururken, diğer yandan yanma esnasında hidrojenle oksijen birleştiğinde su buharı oluşturduğu görülür. Ne diyelim işte görüyorsunuz gerek birleştirme gerekse gerekse ayrıştırma denen hadiselerin arka planında belli ki ilahi kanunlarla kodlu olan bir programın şifreleri söz konusudur. Hiç kuşkusuz bu noktada insanoğluna düşen bu şifreleri çözüp tabiat okumalarını anlamlandırmak olmalıdır. Hele bir insan tabiat okumalarımıza derinlik kattıkça tabiatta cereyan eden her türlü yanma olayları karşısında karbondioksit miktarının artış kaydettiğini gördükçe madde üretiminin de buna paralel olarak artış kaydedeceğini ve bu artışın % 00,1 yoğunluktaki bir artış oranına tekabül eden bir hat halinde ilerlediğini fark etmiş olacaktır. Şayet bu karbondioksit yoğunluğu % 1’leri aşacak şekilde ilerleme kaydederse bu durumda insanoğlu bu kez karbondioksitin faydasından çok zarar vericiliğini kara kara düşünür olacaktır. İnsanoğlu nasıl kara kara düşünüyor olmasın ki, baksanıza çağımızda hızlı sanayileşmeyle birlikte karbondioksitinde buna paralel olarak daha şimdiden karbon monoksit hale dönüşerekten çevre kirliliğine ve zehirlenmeye sebebiyet teşkil ettiğini bilmeyen yoktur dersek yeridir. Hakeza karbondioksit sadece çevremizde değil bilhassa toprağın 20 cm üstü kısımlarında difüzyon yoluyla yayılıp birikerekten de etkisini gösterebiliyor. Yetmedi karbondioksit bileşenleri bir bakıyorsun toprakta yaşayan birtakım mikroorganizmalar ve bitki kökleri tarafından da dışarı salınabiliyor. Malumunuz bu arada hem insanlar hem de hayvanlar boş durmayıp habire oksijen emip solunum yoluyla her nefes alışverişinde dışarıya karbondioksit çıkarmak suretiyle salınıma bilfiil katkı sunmuş olmaktalar. Ancak insanın bu noktada hayvandan tek farkı tabiatın sadece belli bir alanında değil tabiatın hemen hemen her değişik noktalarında ve alanlarında mesken tutaraktan karbondioksitle her daim muhatap kalmasıdır. Nasıl mı? İnsanoğlu mesela mesleği icabı bir bakıyorsun taş fırında yanan bir ocağın körüğünü soluduğu gibi solarken de karbondioksiti akciğerine almış oluyor. Hayvan öyle değil, ya merasında otlayarak gün geçirmekte ya da ahırında kalaraktan karbon kirliliği ile doğrudan içli dışlı olmaktan kendini arındırabiliyor.
Karbondioksit asimilasyon miktar tayini
Bilindiği üzere belirli bir zaman biriminde yaprak yüzeyinin absorbe edebileceği karbondioksit miktarı asimilasyon şiddeti olarak tarif edilir. Nitekim karbondioksit miktar tayini 1 desimetre karelik bir alanda miligram cinsinden hesap edilmektedir. Hatta bu hesaba yaprağın birim yüzey alanı da dâhildir. Derken yapılan hesaplamalarla bir yaprağın saat veya dakika cinsinden asimilasyon şiddeti veya günlük asimilasyon eğrileri istatiksel bir biçimde kolayca grafik üzerinde ortaya konulabiliyor. Yine de ortaya veri halde grafiksel ve istatiksel olarak konulan bu hesabın bitkinin madde üretimini belirleyicilik yönünden tek başına kesin bir kıstas sayılmaz, illa ki başka parametrelerin de bir doküman halde ortaya konulup bu hesabı doğrulaması gerekir ki kesin kıstas sayılabilsin.
Her neyse meseleye hesap kitap üzerinden değil de kabul görmüş genel bilgiler yönüyle baktığımız da mesela tabiatta humus bakımdan zengin orman alanlarının bilhassa rüzgârsız geçen gecelerinde havada ki karbondioksit miktarının normalin üç misline çıktığı gözlenmiş bir durumdur. Şüphesiz gözlenen bu durum en çokta gündüz orman altı vejetasyon için çok fayda sağlayan bir durum olarak karşımıza çıkmıştır. Faydadan çok zararı olan diğer karşılaşacağım durum vaziyet ise deminde vurguladığımız gibi çağımızda hızla sanayileşmeyle birlikte bilhassa endüstri bölgelerinde fabrika bacalarından tüten dumanların havaya karışmasıyla ortaya çıkan karbondioksit miktarının hava kirliği yönünden artış kaydetmesidir. Neyse ki, 2 metreden daha az hızla esen bir rüzgârın sürüklediği karbondioksit ağırlıklı maddelerin difüzyon yoluyla bitki yapraklarının stoma hücrelerince emilimi sayesinde ve akabinde işleme tabi tutması sayesinde karbon kirliliğinin doğrudan insana ve çevreye yapacağı zararları bir nebze olsun dizginlenebiliyor. Hatta bu sayede karbon dengelerinin tamamen sarsılmasının önüne de geçilmiş olunmakta. Tabii tabiatta aşırı karbondioksit maddesinin birikmesinin ortaya koyduğu olumsuz faktörlerden başka bir diğer başka olumsuz artçı deprem niteliğinde diyebileceğimiz faktörlerde söz konusudur. Nitekim meseleyi yine bitki yaprağının stomaları üzerinden örneklendirecek olursak aşırı su baskınları ya da ağaçları kökünden koparacak şekilde kasırga halde esen rüzgârlar bitkinin havalandırma gözenekleri diyebileceğimiz aynı zamanda bitkide ki gaz değişimini ve terlemeyi kontrol eden stomaların karşısına olumsuz yönde dış faktör olarak çıktığı gibi ayrıca stoma hücrelerinin kendi iç bünyesinde kopan dalgalanmalar ise karşısına iç artçı faktör olarak çıkmakta. Hatta tüm bu artçı etkilenmelere bitkinin gelişim durumu veya bitkinin önceki yaşam öyküsü, daha gencecik veya daha yaşlıca olması gibi daha pek çok etken faktörleri de ilave edebiliriz.
Bilindiği üzere yapraklar, genellikle üzerlerine doğan güneş ışınları karşısında dik duruş sergilerler. Üstelik dik duruş sergilerken de güneşten gelen kuvvetli ışınların yakıcı veya kavurucu etkisinden korunmak içinde birbirlerine gölgeleyecek şekilde dizilim sergilerler. Doğrusu böyle bir diziliş manzarası karşısında hayretler içerisinde adeta kendimizden geçip dona kalmaktayız. Hayretimiz ve heyecanımız yatıştıktan sonra işin birde muhasebesini yapmaya koyulduğumuzda “Nasıl oluyor da akıldan yoksun yapraklar böylesi bir dizilişe akıl sır erdiripte birbirlerini gölgelendirebiliyorlar” şeklinde merakımıza mucib olan sorunun cevabı için ufkumuzu zorlamaktan kendimizi alamıyoruz da. Her neyse biz ufkumuzu ve hafızamızı zorlayıp cevabını araya duralım, oysaki botanikçiler bu işin sırrını bitkinin ışık karşısında gösterdiği bir takım değişik türden yönelme manevralarını fototropizm olarak tanımlayaraktan çoktan çözmüşler bile. Derken bizde bu arada geçte olsa yıllar sonra Nevroz çiçeğinin yüzünü güneşe doğru nasıl doğrulttuğunun sırrını çiçeğin sap kısmının fototropizme uygun donanım sayesinde gerçekleştirdiğini öğrenmiş olduk. Hatta yetmedi bitkilerde fototropizmin sadece güneşe yönelmek için işlev yüklenmediğini, bilhassa çiçeğinin solma noktasında ışıktan korumak içinde sap kısmının tersi istikametinde işlev yüklendiğini de öğrenmiş olduk. Böylece bu söz konusu işlevi sayesinde bitki yaprakları üzerinde ters bir döngü manevrasıyla hem meyve vermekte olan çiçekler tohumlarını aşırı ışıklara maruz kalmasına meydan vermemiş olur hem de tohumlarını toprağın bağrına sağ salim bir şekilde uygun şartlarda yeniden doğmak üzere bırakmış olurlar. Hatta daha da olmadı bitki bu iş için yetişme ortamı bulabileceği duvar aralıkları veya kaya çatlaklarına da sokularaktan yeniden doğuşunu gerçekleştirebiliyor da. Örnek mi, işte alp dağlarının yüksek kesimlerinde yetişme ortamı bulan beyaz çiçek olarak bilinen edelvays adlı bitki türü bunun en tipik misalini teşkil eder. Öyle ki bu bitki türü üzerinde ki gümüşi beyaz renkli narin tüyleri sayesinde ışık şiddetinin yan etkilerinden kendini korunaklı kıldığı gibi kendi hal lisaniyle hayatta her daim varım diyebiliyor da.
Yine bilim adamları tarafından bir kısım yetişme ortamlarından elde edilen verilere baktığımızda bir takım bitkilerde osmotik basınç değerin yükselmesine paralel olarak bitki hücre özsuyu bağıl aktivitesi denen hidratürünün de düşük seviyelerde seyrettiği bilgisini ediniriz. Hakeza bu arada nemli ortamlarda yetişen bitkilerin her bir yaprak başına düşen kuru madde miktarının ise kurak bitkilere göre daha az miktarlarda olduğunun bilgisine vakıf oluruz. Ki, bu durum bitki için bir zaafiyet değil, bilakis kurak bitkilerin üstün becerisine işaret bir durumdur. Nitekim bu durum kurak bitkilerin asimile ettikleri maddeleri kendi kök sistemi içerisinde depo ettiklerinin bir göstergesi güçlülüktür bu. Böylece kurak bitkiler üstün beceri kabiliyetleriyle önceden ürettikleri besinleri depolamakla bir şekilde kuraklığa karşı hem hazırlıksız yakalanmamış olurlar hem de değim yerindeyse kuraklığa karşı meydan okumuş olurlar.
Malumunuz bitki yaprakları küçücük ve kseromorf yapılı olduklarından özellikle nemli bitki gruplarında kök içi sarfiyatında ekonomik davranış sergiledikleri gözlenmiştir. Bu arada geniş yapraklıların yaprak başına düşen asimile madde miktarı baktığımızda kurak bitki yapraklarına nispeten düşük miktarlarda olmakla birlikte toplam geneline baktığımızda ise hatırı sayılı miktarlarda olduğu görülecektir. Nitekim soğuğun asimilasyon madde miktarına tesiri kuraklığın tesiriyle hemen hemen aynı olduğu gözlemlenmiştir.
Belli bir zaman dilimi içerisinde belli bir yaprak yüzeyi üzerinde gerçekleşen kuru organik madde miktarına o yaprağın verimliliği olarak tarif edilir. Dolayısıyla siz siz olun sakın ola ki yapraktan ne köy olur ne de kasaba deyip bitki yapraklarını hafife almayasınız. Hele ki yukarıda onca anlatımlardan sonra şunu iyi görelim ki, bikere bir bitki topluluğunun toplamda 1 metre karelik yaprak yüzeyinde 1 saatte 1 kg ağırlığında şeker ürettiği artık bir sır değil, bilakis gerçeğin ta kendisi bir mucize-i rabbaniyedir. Böylece bu mucize-i rabbaniye sayesinde yapraklar bir bakıyorsun ışığı absorbe etmek suretiyle tüm canlılara meyvesiyle yemişiyle gıda olmakta. Hatta bulunduğu bölgelerin verim ekonomisine de çok büyük katkı sağlamış olmaktalar. Zaten bu noktada tek bir ağaç bile başlı başına verimlilik dersek yeridir. Elbette ki bu verimlilik durduk yere kendiliğinden biranda gerçekleşmiyor, ta milyarlarca uzaklıkta gök kubbe üzerinde gelen ışınların yeryüzü sathına inmesiyle başlayan yıllar süren bir sürecin neticesinde ancak bu verimlilik neşvünema bulmakta. Nasıl ki bir çocuk süt emmeksizin ve emeklemeksizin ayağa kalkıp yürüyemiyorsa aynen öyle de gök kubbede konumlanmış güneş ışığı olmadan bir bitkide tohumlanıp filizlenmeksizin asla ne kök olabilir, ne gövde olabilir ne de dallarıyla budaklarıyla boy verip meyve olabilir. Besbelli ki işin sırrı ışık mucizesinde gizli.
Vesselam.
Cevapla

“Makaleler” sayfasına dön